kuantlardan altına paralara



PARA= Özgürlükten köleliğe götüren faktör 


İnsanların karşılıklı hizmet-alış-verişlerine dayanan “Toplum” hayatı 12-13 bin yıl önceleri başlamıştır. O zamanlardan kalan yazılı belge olmadığı için, alış-verişlerin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Yazılı belgelere 5-6 bin yıldan beri rastlanır.

İlk toplumsal birimler, Ur, Uruk, Eridu, Ninive gibi yaklaşık 5-6 bin yıl önceleri Mezopotamya’da ortaya çıkan kent-devletleridir. O zamanki hayat görüşüne göre, doğada her şey tepedeki görünmez bir varlık tarafından yönlendirilir ve o varlık her topluma kendi dillerinde bir elçi göndererek, nasıl davranmaları gerektiğini bildirir. Bu şekilde ilahi bir gücü temsil ettiğine inanılan asil-soylu (veya kutsal) kişilerce yönlendirilen tepeye bağımlı toplum hayatı başlamış olur. Sümer krallarından, yaklaşık 4.500 yıl önceleri yaşamış olan Urukagina, ilk toplumsal yasaları koyan kral olarak bilinir. Bu yasalarda ölen bir insanın defnedilmesi için din adamlarına verilmesi gerekenler şöyle belirtilir: 3 testi bira, 80 somun ekmek, bir yatak, bir keçi, 3 ban (??) arpa. Anlaşılacağı üzere, ilk toplumsal ilkelerde, halkın kendi arasında işleri nasıl yürüttükleri değil, halk ile devlet mensupları arası ilişkileri düzenleyen hükümler mevcut. Halk arasındaki alış-verişlerde, terazi vs. olmadığından belli ağırlıktaki tahıl taneleri ölçü olarak kullanılmıştır. Örn. Mezopotamyada yaklaşık 170 arpa tanesi 10 gram karşılığı olarak alış-verişlerde ölçek olarak kullanılmıştır.

İnsanlar arası hizmet alışverişleri ürünlerin-hizmetlerin takası şeklinde MÖ 640lara kadar sürmüştür. Bu tarihten itibaren ise altın-gümüş gibi değerli madenlerden yapılan sikke adlı madeni bir değer kullanılmaya başlanmış ve günümüze kadar sürdürülmüştür.

İlk para altın-gümüş karışımından oluşmuş ve Lidyalılar (kral Krözus) tarafından MÖ. 640larda kullanılmış ve ondan sonra tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Her devlet kendi parasını basmış ve o devletin mensupları, o parayı alış-verişlerde kullanmışlardır.

İlk banknot (yani kağıt para) ise, 11. Yüzyılda Çinliler tarafından ortaya konulmuş ve kullanılmıştır. Marko Polo bu banknot tipi parayı Avrupalılara tanıtan seyyah olmuştur. 17-19 yüzyılları arasında, karşılığı altın olarak teyit edilen kağıt-paralar yaygınlaşmış ve ticarette kullanılır olmuştur.

Zaman içinde banknot kullanımı yaygınlaşmış ve her devlet kendi parasını basmaya başlamıştır. Uluslar-arası ticarette altın-endeksli para kullanımı egemen olmuştur.

Toplumlar arası ilişkiler, zaman içinde giderek artmış, sanayi devrimiyle önce ulaşım çok gelişmiş ve bir-kaç saat veya günde dünya genelinde ticaret yapılması sağlanmıştır. 1950lerden sonra haberleşme alanındaki teknolojik gelişmeler, saniyeler içinde uluslar-arası etkileşmeyi mümkün kılınca, ticaret de anında gerçekleşir olmuştur.

Uluslar arası düzeydeki alışverişlerde ortak bir “değer-yargısında” uzlaşmak için 2.ci dünya savaşı sonlarında girişimler olmuş, ve Bretton Woods adlı bir sistemde (Sovyetler birliği hariç) uzlaşma sağlanmıştır. Bu sisteme göre uluslar arası ticarette “altın ve dolar” geçerli olacaktır. Uluslar arası ticaret, uluslar-arası düzeyde etkinlik derecesiyle bağlantılı olduğundan, teknolojik olarak, Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Kanada, Batı-Avrupa ülkeleri, Australya ve Japonya gibi gelişmiş ülkeler bu konuda etkili olmuşlardır. 15 Ağustos 1971 tarihinde, Amerika yılında ABD tek taraflı olarak altına endekslenme koşulunu kaldırmış, ve “doların” uluslar arası ticarette geçerli olduğunu duyurmuştur. Ve o günden beri uluslar arası ticaret “dolar” üzerinden yürütülmektedir.


Borsa sistemiyle toplumu etkileyen eşyaların fiyatları saniyeler içinde değiştirilebilir olunca, altın gibi bir maddeye endeksli para yerine, ulaşım-ve haberleşmede en etkili para birimlerii kullanılmaya başlanmış ve “döviz” gibi bir kavramla, devletlerin paraları birbirlerine endekslenmeye başlanmıştır. Günümüzde döviz kurları, sadece altın-gümüş-elmas-platin gibi değerli maddelere göre değil, petrol, doğalgaz, tarım ürünleri gibi çeşitli ürün üretim ve tüketimleri dikkate alınarak yapılmaktadır.


Şimdi dünyadaki para-trafiğinin nasıl yönlendirildiğinin tarihçesine bakalım.

Devlet-kavramı Kapitalizmle özdeştir
Kent devletlerinin birbirleriyle mücadeleleri sonucu, 3-4 bin yıl önceleri Asurlar, Babiller, Etiler, Persler gibi büyük bölgesel devletler ortaya çıkar. Tüm bu devletlerde, devlet tepedeki asil soyluluğuna inanılan bir kral tarafından sahiplenilir. Krallar, İstanbul, Alanya, Sinop gibi, korunması kolay olan yarım-ada, veyahut tırmanılması güç tepeler üzerinde, çevresi yüksek duvarlarla çevrili saraylarda yaşarlar. Halk bu sarayların çevresindeki arazi üzerinde yaşar; tüm ülke krala ait olduğundan, halkın elde ettiği ürünlerin büyük kısmı kralların ambarlarında depolanır ve kralın askerleri ve diğer devlet erkânının giderleri için kullanılır. Kapitalizmin ilk adımı bu şekilde atılmış olunur. Tüm devletler tepedeki bir ve hanedanlık tarafından sahiplenmişlerdir, toplum denilen (halkın ortaklığına dayalı) bir kavram asla oluşturulmamıştır.


Halkın asla devlete ortak olmadığı, hep kul-köle olarak görüldüğünü basit bir örnekle gösterelim.


Bizans imparatorluğunun merkezi olan Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği İstanbul (önceki adıyla Konstantin-şehri), Marmara Denizi ve Haliç körfezi arasındaki yarım-ada üzerinde kurulmuş çevresi yüksek surlarla çevrili bir yerleşim yeriydi. Bu yerleşim noktasının alınması, tüm Bizans imparatorluğunu çökertiyordu, çünkü devlet (imparatorluk) tepedeki bir zümre tarafından temsil ediliyordu.

Fatih, sadece bu birkaç kilometre karelik alanı istila ederek, binlerce kilometrekarelik bir alana hükmeden bir devleti- imparatorluğu yıkmış oluyordu.

Devlet denilen toplumsal sistemin halk tarafından sahiplenilmediği-korunmadığı, bundan daha net bir biçimde gösterilemez.

Halk devletin kendisine ait bir sistem olduğunu, halkın çıkarları uğruna oluşturulduğunu bilse, bir arı-kolonisindeki bireyler gibi, topluca onu savunmaz mıydı?

İnsanlar nasıl bu kadar körleşiyor-zombileşiyorlardı da, tepedekilerin tepişmeleri-savaşmaları sonucu, rüzgârda savrulan yapraklar gibi, bir o tarafa, bir bu tarafa sığınmak zorunda kalıyorlardı?

Bu kitap, bu sorunun yanıtını bulmaya yönelik olarak hazırlanmıştır ve sorunun yanıtı statik-sistem ile dinamik sistem arasında kökten bir fark olduğu gerçeğinde yatar. Bir şeye inanılınca, beyinlerde o inanç doğrultusunda kimyasal değişimler gerçekleşir ve kişiler o kimyasal bileşimlere uygun olarak davranmak zorunda kalırlar ki buna zombileşme denir. İnsanlar asırlardır statik sistemli hayat görüşü ile zombileştirmektedir.


Tepeden yönlendirilmeli olan statik sistemli hayat görüşünün İnsanlığa verdiği zararların en büyüğü zaman geçtikçe ortaya çıkacaktı. Şöyle ki:


Zaman içinde devletler arası ticaret ilişkileri gittikçe artar. Önceleri Akdeniz-Karadeniz çevresindeki ülkeler ve Avrupa-ülkeleri arasında, zeytin, şarap, kumaş gibi ürünlerin ticareti yapılır ve deniz-taşımacılığında gelişmiş olan Fenikeliler, Venedikliler, Cenevizliler gibi toplum mensupları bu ticarette öne çıkarlar. Alış-verişlerde kullanılan altın-gümüş gibi değerlerin belli ticaret mensuplarında toplanması “kapital” denilen değer-yoğunlaşmasını öyle artırmıştır ki, önceleri sadece devlet hazinelerinde depolanan “değerler”, özel mülkiyet sahiplerinde daha fazla yoğunlaşmış olur ve bu kişilerin “banka” gibi işlevlere girebilmelerine yol açar; ilk özel bankalar bu şekilde ortaya çıkarlar. 1397de İtalya’da kurulan Medici-bank ilk özel banka olarak bilinir.


Sonra alış-veriş çemberi gittikçe genişler ve İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz gibi devletler, deniz taşımacılığında öne çıkmaya başlarlar. Afrika ve Güneydoğu-Asya ülkelerine kadar uzanan geniş bir coğrafyada, “ipek, baharat” gibi ürünlerin de dahil olduğu çok çeşitli ürün alış-verişleri gelişir. Batı-toplumlarına göre daha az gelişmiş ülkeler sömürgeleştirilerek, Batı-Avrupa devletlerinin zenginleşme dönemi başlatılır.


Bu tür uzun mesafeli ticaretlerde, her ülkede temsilcileri bulunan “aile veya irk mensupları” çok avantajlı duruma geçerler; çünkü karşılıklı güvene dayalı çek senet anlaşmaları yapılarak, altın-gümüş gibi değerlerin yollarda çalınma-kaybolma rizikosu ortadan kaldırılmakta ve alış-verişler kolayca gerçekleşebilmektedir. Dünyada her ülkeye dağılmış (diaspora) olarak yaşayan ve etnik-dinsel bağlarını koruyarak birbirleriyle irtibatlarını sürekli koruyan tek ırk, kutsal kitaplar(ın)da kendilerinin “seçilmiş ırk” olduğu yazılan Yahudilerdir. (Yahudi diasaporası oluşumu, MÖ 733 de Asur’lular; MÖ 597de Babiller MS 63de Roma’lılar; MS 132de yine Roma’lılar; 1492de İspanya tarafından sürgün edilmeler şeklinde bir çok defa tekrarlanmış, tüm Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere, Çin, Japonya, Hindistan, Afrika ülkelerine dağılmışlardır.)


Bu diaspora durumu, onların dünya genelinde ticarette çok zengin ve özel bankacılıkta başarılı olmalarını sağlamıştır. Bu sayede bulundukları devlette, yöneticilerle yakın ilişkiler kurmaları sağlanmıştır. Öylesine yakın ilişkiler ki çoğu devletin “hazine temsilcilikleri” “ Court Jews = Hof-jude= saray-yahudisi” adı verilen Yahudilerce yürütülmüştür. Almanya, Hollanda, Avusturya, Danimarka, İngiltere, Macaristan, İtalya, Polonya, Lithuania, Portekiz,ve İspanya’da devlet hazinelerinin “saray-yahudileri” tarafından yürütüldükleri bilinmektedir. Hatta eski zamanlarda Roma İmparatorluğundeki her eyaletin “saray-yahudileri”ne emanet edildiği bilinmektedir.


Bankacılığın temelini oluşturan “faiz” Hristiyanlıkta “Usury” ve Müslümanlıkta “Riba” olarak görülüp, ahlak-dışı kabul edilmiştir. Musevilikte ise böyle bir hüküm yoktur. Bu nedenle “bankacılık” mesleğinin, Yahudilerce yürütülmesi yaygınlaşmıştır.


Para değerinin belli maddelere göre ayarlanması, o maddeleri üreten şirket oluşumlarına yol açmıştır. Atın-gümüş (günümüzde petrol-doğal gaz) gibi ticaretine hakim olanlar tarih boyunca, dünya siyasetinde görünmeyen gizli bir güç kaynağı, dolayısıyla bankacılık sisteminin bel kemiğini oluşturmuşlardır. Devlet yöneticilerine “kredi-borç para” vererek, toplum hayatını yönlendirici temel faktör olmuşlardır. Ticaret dünyası ve ticari şirketler, medya sektörünü de satın alarak, dünya genelinde tüm devletleri etkileyici-yönlendirici güç durumuna gelmişlerdir. Devlet yöneticileri, savaşırken savaş giderlerini, barış zamanı, kamu işlerini yürütebilmek için gereksinim duyulan parayı dünya ticaretini elinde tutan şirketlerden (bankalar, IMF, vs) almaya zorlanmaktadırlar, çünkü halkın ihtiyaç duyduğu temel maddelerin piyasa değerleri, tepedeki çok büyük ekonomik güç sistemi tarafından, istenilen şekilde artırılıp- azaltılarak, iç piyasanın şoka sokulmasıyla kolayca denetim altına alınabilinmekte, devlet yönetimi alt-üst edilebilinmektedir.


Paranın belli holdinglerce kontrol edilmesi, tepedeki %1lik bir kesimin, gelirin %50den daha fazlasına sahip olmasına, dolayısıyla taban kesiminin fakirleşmesine yol açar. Bu durum sık sık toplumsal çalkantılara, buhranlara yol açar, ekonomik krizler kaçınılmaz olur.


Evren kuantsal sistemle yönlendirilip-denetlenir. Kuantlar atomik sistemi oluşturur ve atomlar enerjilerini kuantlardan alırlar; moleküller atomlardan oluşurlar ve enerjilerini atomlardan alırlar; hücreler moleküllerden oluşurlar ve enerjilerini moleküllerden alırlar. Bedenler hücrelerden oluşurlar ve enerjilerini hücrelerden alırlar. Toplum insanlardan oluşur, ama toplumun enerjisi olan paranın denetim insanların değil, tepedekilerin elindedir!


Toplum hayatı para sistemiyle yönetilmektedir. Para ise tepedeki bir zümrenin denetimindedir. Yönlendirmek-idare etmek, kuvvetle olur. Kuvvet ise enerjinin bir yerden başka bir yere akmasıyla oluşur. Toplumsal sistemin enerji birimi paradır. Parayı kontrol etmek, toplumu kontrol etmektir. Ve dinler toplumu yönlendirmekte en etkili yol olduğundan, para babaları dinsel sistemlerle çok yakından ilgilidirler.


Toplumsal hayatın kanı olan paranın tepedeki belli bir azınlığın elinde toplanmış şekli “kapitalist-sistem” olarak tanımlanır. Para toplum hayatının kanıdır, enerjisidir. Bedendeki hücrelerin enerji ihtiyaçlarını, kan dolaşım sisteminin karşılaması gibi, toplumdaki insanların ihtiyaçlarını da para sağlamaktadır. Kim ona sahipse ve ona hükmediyorsa, halk onun kulu-kölesi olmak zorundadır.


Kapitalist-Sistem


►uluslararası bankacılık sisteminin sahibidir ve bu sistemi idare eder,

►bütün para birimlerini kontrol eder,

►dünyada üretilen malların en büyük müşterisidir,

►nihai ürünlerin çoğunluğunu üretir,

►uluslararası sermaye piyasalarına hükmeder,




►ciddi boyutta askeri müdahalede bulunabilme gücüne sahiptir,

►uzaya erişim konusunda hakimiyeti elinde bulundurmaktadır,

►uluslararası iletişime hakimdir,

►yüksek teknolojili savunma endüstrisine sahiptir.


Özetleyecek olursak, dinamik sistemli bir doğada yaşamak üzere oluşturulan insanlık, atalarından devraldığı, “statik sistemli” yani tepeden yönlendirilmeli yanlış bir hayat görüşünü gelenek ve göreneklerine işleyerek, bindiği dalı kesmektedir ve bunu fark-edemeyecek derecede zombileşmiş durumdadır. Toplum hayatı, herkesin sahiplendiği bir toplum olarak değil, tepedeki kutsal (asil-soylu) birilerince sahiplenilen “toprak parçası ve o toprak üzerinde yaşayan her şey” kavramı olarak kullanılmıştır. Bu da, o zaman insanlarının kesin bir şekilde, statik sistemli, yani doğadaki her şeyin tepedeki bir varlık (Allah, Tanrı, vs.) tarafından oluşturulup-sahiplenildiği inancından kaynaklanır. Tepedeki bu ilahi varlık her topluma, bir elçiyle mesaj gönderir ve insanlar bu mesaja uyarak yaşarlar. Toplumların (devletlerin) yönetilmesi bu şekilde tepedeki birilerine ait bir hak olarak kabul edilir. Devletin sahibi olarak tepedeki kişi kendi (veya devlet) adına para bastırır ve halk o para ile alış-verişlerini yapar. Para, ticaret yapanların ellerinde toplandığından, devletin sahipleri bile, işlerini yürütebilmek için paraya hükmedenlerden “para” istemek zorunda kalırlar.


Bir başka yönüyle de para, üretimi yanlış yönlendirmekte, toplumdaki bütün üretici faaliyetler toplumun ihtiyacına göre planlı yapılmayıp, şirketlerin ya da bireylerin “para kazanma” hedefleri için, kalitesiz hatta sağlığı tehlikeye atacak üretim yapılmakta, yaşam alanımız olan doğa yok edilmektedir. hemen bütün meslek dallarında işin kolayına kaçma, basit yoldan para kazanma hevesleri yaygınlaşmakta, insani değer yargıları çürümekte, insanlar giderek yozlaşmaktadır. İşte statik sistemin en büyük zararı budur ve insanlık bu bataklıkta çırpınmaktadır.


Oysa tüm sorunların çözümü basittir. Yapılması gereken şey, toplumun örgütlenmesi ve lider sistemini devreden çıkarması, DOM bilgilerinin ana hatlarıyla tüm bireylerce öğrenilmesi, kendi hayatıyla ilgili tüm kararları toplumun kendisinin vermesi, üretimin planlı ve ihtiyaca göre yapılması, her bireyin bir mesleğinin-işinin olması, paranın sadece basit bir değişim aracı haline getirilmesi, büyük miktarlarda paranın birey ya da şirketlerin elinde toplanmasının engelleneceği bir sistemin kurulmasıdır.


Peygamberli inanç sisteminde doğadaki etkileyici-yönlendirici güç varlıkların dışındadır. O her şeyin sahibidir. Dünyayı asil-soylu (kutsal-özlü) temsilcileri arasında paylaştırmıştır. Peygamber denilen aracılar veya elçilerle insanlara nasıl davranmaları gerektiği bilgilerini gönderir. Asil soylular, efendiler sınıfını oluştururlar, sıradan insanlar bu efendilere hizmet için vardır; efendilere ait topraklarda çalışıp, ihtiyaç duyulan her şeyi üretirler; ürettiklerinin çoğunu efendilerine verirler geriye kalan az bir şeyle boğaz tokluğuna yaşarlar. Bu yöntemle, para veya mal-mülk gibi değer-taşıyıcı her şeyin tepedekilerin elinde toplandığı kapitalizm denilen sistemin temeli atılmış olunur.


Peygamberli Allah sevdiği insanlarla toplumlara mesajlarını gönderir; sahiplenicidir, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibidir, sahip olduğu dünya nimetlerini kendi arzusuna göre dağıtır. Bazı ırkları diğerlerine tercih eder, örn. İsrail-oğulları ırkını (Semitik) sahiplenir, o ırkı kutsar, zenginlik vaat eder. Hatta o ırk mensuplarını tanıyabilmesi için sünnet olmalarını ister. Bu ırk mensupları günümüzde dünya genelinde PARA piyasasını elinde tutar ve Toplum hayatının kanı olan PARAnın köleleştirici etkisini kullanarak devletleri yönlendirirler.


Statik sistemli, yani tepeye bağımlı ve tepeden yönlendirmeli hayat görüşünün temeli, bu inanç sisteminden kaynaklanır. Güç kuvvet hep tepededir, para denilen değer sistemi, tamamen tepedekilerin denetimindedir.


Bu görüş etkisi altındaki insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi “para”dır.


Toplumun enerji-birimi olan “paranın” kontrolü, peygamberli görüşü nedeniyle tepedekilerin eline bırakılınca, toplum denilen ortak yaşam sistemi, ortaklık olmaktan çıkmıştır.


Bu insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır. Çünkü doğada tüm varlıkları etkileyip-yönlendiren “enerji” birimleri, hep varlıkların içsel bileşenlerindedir: bedenlerimizin enerji kaynağı hücrelerimizde, hücrelerinki, moleküllerde, moleküllerinki atomlarda, atomlarınki kuantsal-öğelerde. Bu nedenle doğada her şey tabana dayalı ve bağımlı iken, insanlık tepeye bağımlı olmuştur. Tepeye bağımlılığın ise tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu ilk bölümde gösterilmişti.


Paranın kontrolü tamamen tepedeki zenginler-kulübünün elinde ve denetimindedir. Toplum hayatı, zenginler-kulübü tarafından etkilenip-yönlendirilen “siyasetçilerle” yönlendirilir. Siyasetçilere neleri nasıl yapacakları ise, hep “tepedekiler” tarafından dikte edilmiştir.


Varlıkları yönlendiren güç enerjiyle oluşur. Peki enerji nerdedir veyahut kimdedir? Statik sistemli doğa görüşünde güç, dolayısıyla enerji tepededir, sahiptedir. Tarih boyunca çoğu kral veya sultan kendi adına para bastırmış ve bu şekilde güç ve kuvvetin kendinde olduğu sinyalini vermiştir. Bağımlılık tepeye olunca, para denilen ve toplum hayatında hizmet-alışverişini sağlayan unsur da tepedekilerin elinde olur. Dünya genelinde gerçekleşen hizmet-alış-verişlerinde kullanılan “para” biriminin denetimini elinde tutan, dünyayı yönetme-yönlendirme fırsatına kavuşur ve uluslar-arası düzeyde güç-savaşları başlar. Eskiden sadece krallar veya sultanlar tarafından sömürülen halk, bu defa uluslar-arası-para-babaları tarafından da sömürülmeye başlanır. Çünkü hizmet alış-verişlerinde kullanılan “parayı” basıp-çoğaltanlar (krallar veya uluslar-arası-bankacılık-sistemleri vs.) hiçbir hizmet üretmeden üretilen hizmetlerin takası sırasında anormal kazançlar sağlamaktadır. Tüm bu işlemlerde ise hep en tabandaki halk soyulmaktadır ve bu uyutulmuş zavallılar kesimi hala uyandırılmaya karşı direnç göstermektedir.


Para basma hakkının dahi kendinde olduğunu, her şeye müdahil olmasının şart-ve-gerekli olduğunun farkında olmayan halk, maaşı kesilirse:

● borç taksitlerini ödeyemeyeceği;

● ailesinin masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya devam etmektedir. Para atraktör olduğu sürece, insanlar kul-köleliğe mahkumdur. Bunun tek suçlusu ise statik sistemli (yani TBÖlü) hayat görüşüdür.


İnsanlığın sorunlarından kurtulmasının tek yolu, doğadaki oluşum ve gelişimlerin statik sistemli (yani tepeye bağımlı) değil, tabana ve tabandaki öğelerin (insanların) karşılıklı anlaşıp-uzlaşmalarına dayalı olduğu gerçeğidir.


Statik sistemde güç, yani yönlendirici (Allah veya doğal seçici), “en üst-sistemde” tepededir. Dolayısıyla toplum hayatının enerji-birimi = kanı olan “PARA” da tepedekilerin denetimindedir.


• Para ile yöneticiler yönlendirilir,

• Din adamları çıkarları (para) uğruna halkını uyutur,

• Güvenlik güçleri maaşlarını tepeden aldıklarından, tabandaki halkın çıkarlarını değil, tepedekilerin menfaatlerini gözetecek şekilde halkı baskı altında tutar,

• Paranın halka dağıtımında denge yoktur, çünkü denge ancak karşılıklı etkileşimin bulunduğu sistemlerde oluşabilir. Dengesizlik hat safhaya ulaşınca, ayaklanmalar, darbeler, vs. ile tepedekiler değiştirilir, (yani “düzenler” değiştirilirler ama “düzülenler” hep aynı kalırlar).

• Bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu vardır: O da “Allah” kavramını doğadaki dinamik sistemli işleyişe göre yorumlamak ve dincilerin çifte standart uygulayarak, kah kuantsal sistemli (tabana, karşılıklı etkileşimlere dayalı) bir güç, kah tepeden emir verici (harici bir güç) olarak yorumlayarak halkı uyutmasına engel olmaktır.


• Bu görev bilim-insanlarının yapması gereken bir görevdir, ama onlar da statik sistemle zombileşmiş olduklarından ateist-agnostik, vs. gibi, çözüm içeren bilgiye dayalı olamayan görüşlerde ısrarlı olduklarından, yaratılışçılarla olan tartışmalar “sidik yarışına” döner ve yukarıdaki kısır döngü devam eder.


• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız kul-köle olmaya mecbursunuz. Bu güç sistemini (yani atalarımızın tanrı veya Allah olarak tanımladıkları faktörü) içlerindeki kuantlarda değil, dışlarında kabul edenler, köleliğe mahkumdurlar.


Tüm devlet yöneticileri, “ekonomik baskı” altındadırlar ve “para” en tepedeki “zenginler kulübünün” (bankacı ailelerinin) denetimindedir.



Jesse M Unruh’un dediği gibi “Money is the mother’s milk of politics = para, politikanın ana-sütüdür”. Dünya siyasetinin yönlendirilmesi tamamen para politikası ile olmaktadır.

Sorunlardan kurtulmak, “para” denilen köleleştirme faktörünü ortadan kaldırmakla; “Para” faktörünü ortadan kaldırmak ise, doğadaki yönlendirici gücün içlerimizdeki kuantsal-atomik-öğelerde olduğunu anlamakla mümkündür.

• Para diye bir şey olmadığını, herkesin ürettiği veya verdiği hizmete göre bir kredi kazandığını ve bu krediye göre alış-veriş yapıldığını düşünün. İşte doğadaki dinamik sistem böyle işler, yani varlıklar, kuantsal enerji öğelerince yönlendirilen doğal özelliklerine göre davranırlar, özgürlük denilen şey bu durumdur.


İnsanlığın tüm sorunları, doğayı yanlış yorumlayıp, tepeden yönlendirilmeli statik sistemli bir doğada yaşadığına inandırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Kurtuluşu ise, dinamik sistemli doğada yaşadığını fark etmesine bağlıdır. Başka bir çözüm yolu yoktur.

Para takas aracı olarak kullanılmamalı. takas değeri, hizmetler arası etkileşimlerle saptanıp, geçim-endeksi gibi bir değer sistemi oluşturulur, o değer sistemi de her bir hizmetin kredi notunu oluşturur. Takaslar o kredi notuna göre yapılır. Para bu şekilde önemsizleşir, hatta zamanla kalkar.

Para hizmet-ürün değiş tokuşu aracı olarak kullanılacaksa, piyasadaki ürün ve hizmete eşdeğer bir miktarda basılmalı, bu miktarın arttığı oraanda da ek para basılarak, değiş-tokuş çarkı devam ettirilmeli. Bunu için ön şart: herkesin ne kadar üretip-ne kadar tükettiği şeffaf olmalıdır. Bu durumda dengeli bir yaşam oluşur, enflasyon ortadan kalkar.


Dinamik sistemlerde her yeni oluşturulacak üst-sistemde geçerli olacak düzen ölçütü (=order-parameter, ki buna ‘insanların paradigması’ da denir), bileşenleri üzerinde köleleştirici etki yapar. İnsanlar geleneksel olarak, bilinci ve bilinçli davranışı sadece insan ve insan-üstü varlıklara özgü bir özellik olarak kabul etmiş ve bunu insanlarda değişmez bir paradigma olarak yerleştirmiştir. Bu nedenle insanlar sadece atom-altı-öğeleri değil, hücreleri bile bilinçsiz ve bilgisiz davranış içinde görmeye şartlandırılmışlardır.


Böyle bir şartlanmışlıkla sabitleştirilen nöronal devreler, bu şartlanmışlığı değiştirmeye yanaşmazlar ve hep yan yollar, kaçamaklar bularak olayları açıklamaya çalışırlar. Bu, bilim adamları için de geçerlidir. Arp (1998, s.228)in dediği gibi: “Geleneksel bilim adamlarının iki alternatif seçim arasında yanlış olanı seçeceklerini öngörebilir miyiz? Bu soruyu evet olarak yanıtlarım, çünkü bu konuda önemli nokta, paradigma değişimidir ve geleneksel bilim dünyasında paradigma değiştirilmesi yasaklanmıştır.”


İşte insanların mantıksız davranışlarda ısrar etmelerinin nedeni budur. Yobazlık kavramı, geleneksel görgü ve bilgilerin etkisi altında kalarak, değişen doğa ve dünya koşullarına uygun davranmama anlamında kullanılan bir kavramdır. Yani yobazlık denilen kavram, bilim adamları arasında (ve de “aydın insan” denilen grup içinde) tam manasıyla yaygındır. Ve bunun nedeni de, hücrelerin dinamik sistemler fiziğinin köleleştirme + solidifikasyon (sabitleştirme) ilkelerine uygun davranarak, oluşturdukları bedenlerin davranışlarını ‘çocukluk evresindeki koşulları ön plana alarak’ sabitleştirmiş olmalarıdır. Bu nedenle gelenek ve göreneklerini sorgulamayı göze almayan toplumların kalkınmaları hep gecikmeli olmaktadır.


Sonsöz


İnsanlar

• Neden hırsızlık, kaçakçılık yapar, yaptıklarına hile karıştırıp, topluma zarar verir?
• Neden terörist - anarşist olur?
• Neden kamu mallarına kendi ev eşyalarına gösterdiği özeni göstermez?
• Neden para-babalarına (devlete, vs.) kulluk-kölelik yaparak yaşamak zorunda kalırlar
• Neden karaları, denizleri, gölleri, atmosferi kirletirler, canlılar arası dengeyi bozarlar, oralarda yaşayan tüm canlıların hayatını cehenneme çevirir?

Çünkü devlet tepedeki birilerince sahiplenilmiştir ve halkın ortaklığı engellenmiştir. Halk da, tepedeki birilerince sahiplenilen şeyi kendi malı gibi görmez.

Doğa alt-sistem – üst-sistem yapısallaşmalarından oluşur ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıkar. Böyle sistemlerde geçerli olan kuralların en önemlisi


“Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür, Feibleman: (1954)


Bu kurala göre, devlet halka, nereye gitmesi gerektiği şeklinde bir hedef göstermeli, halk da bu hedefe gidecek şekilde işlevlerde bulunmalıdır.

Peki günümüz devletleri halka ne tür bir hedef gösteriyor: Sizler benim dediklerimi yapacaksınız! Çünkü: doğadaki yönlendirici güç sistemi, tepedeki bir güç-sistemindedir. Bu tepedeki güç-sistemini temsil eden liderler de sizleri yönlendireceklerdir!


Bir devletin tebaası olarak mı, yoksa bir toplumun ortağı olarak mı yaşamak istersiniz. Devlet sisteminde halk “tebaadır”, toplumda ise halk toplumun ortağı ve sahibidir.

Kendinizi bir devletin “tebaası” olarak görüyorsanız, devlet tepedekilerce sahiplenildiğinden, tepedekiler de ellerindeki bu olağan-üstü-gücü kaybetmemek için, sizi farklı din ve ırklara bölme taktiği uyguladıklarından, savaşmak-kavga etmek zorunda kalırsınız.


Kendinizi toplumun bir ortağı olarak görürseniz, ortaklığa bir zarar verilmesini istemezsiniz, huzurlu bir yaşamın, karşılıklı hizmet alış-verişlerine bağlı olduğunu, din-ırk gibi konuların, toplum hayatında bir yeri olmadığını fark edip, en iyi hizmeti veren insanlarla ortak bir yaşam içinde mutlu bir şekilde yaşarsınız.


Tepedeki birilerince, ister hanedanlıkla, ister seçimle ele-geçirilerek yönetilen devletlerde yaşayan halkın yaşamı yaşam değildir, çünkü:
• yasalar devleti (dolayısıyla tepedekilerin çıkarını) koruyacak şekilde hazırlanırlar,
• Tepedekiler halkın pasif olmasını, verilen emirlere, sorgusuz-sualsiz uymalarını isterler,
• onlar devletin gözünde birer potansiyel suçlu olarak görülüp, devletçe tutuklanıp-sorguya çekilebilirler, suçlu olmadıklarını ıspat etmeleri zordur,
• Böyle bir yaşamda halk özgür bireyler değildir, onlar birer emir-kuludur, birer kukladır..

Şimdi tepedeki bir zümrenin insanlığı nasıl sömürdüğünün tarihsel hikayesine gösterelim:

Ortak-Akıl mı, lider aklı mı?

Statik sistemde toplumların kaderi, tepedeki bir lider sultası tarafından belirlenir. Tepedekiler ise kandırılıp, toplumun geleceğini karartabilirler. Aşağıda, çeşitli kaynaklardan derlenen böyle bir aldatılmışlık hikayesi aktarılacaktır.
Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu (devleti) yönlendirmek için, onları bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, ekonomi (para) ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Her şey tepedekilerin malı-olduğu için, uşaklar bu mülkler üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşarlar. İnsanların böyle bir doğal sistemde yaşadığını insanlara kim belletecek?
Din-adamları ve bilim-insanları!
İşte statik sistemli hayat görüşünün temelinde bu hatalı hayat anlayışı yatar.
Dinamik sistemler fiziği, doğadaki her şeyin alt-sistem – üst-sistem ilişkili olduğunu, üst-sistemde geçerli olacak kuralların tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle, yani ortaklaşa alındığını ve böylelikle birbirlerine bağımlı olan entegre bir sistem ortaya çıktığını göstermektedir.
Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels = Bütünleştirici Düzeylerinin Teorisi” başlığı altında “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinde şunu vurgular:
Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır; karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Yani gerçek bir toplumun oluşturulması, tamamen insanların girişimine kalmıştır. Yöneticiler, toplum oluşturma erkinin, halkta değil, tepedeki efendilerde olduğu şeklinde bir hedef göstererek zombi insanlar yetiştirir, zombiler de toplum oluşturamazlar.
İnsanlık binlerce yıldır statik sistemli bir doğa görüşü ile aldatılmaktadır. Bu iddianın gerçekleri yansıttığıhttp://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html  adresli yazıda ve devam dosyalarında bilimsel verileriyle ıspat edilmektedir. Devam dosyalarından biri olan şu makale dünyanın nasıl parsellenip, sorumsuzca tahrip edildiğini ve çocuklarımızın geleceğinin nasıl karartıldığını göstermektedir:http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2012/02/dom-nedir-icgudu-tum-varlklarda_05.html
Dinamik sistemli bir doğada yaşamak üzere oluşturulmuş insanlara, statik sistemli bir doğa görüşü belletilmesi, insanların mantıksal değerlendirme sistemini tamamen bozmuş ve sorunlarının nedenini göremez duruma sokmuştur. Bu nedenle de tepedeki bir çıkarcılar zümresi (asil-soylular, efendiler, zenginler kulübü, vs.) dünyayı kendilerinin sahiplendiği çeşitli devletler şeklinde parselleyerek, dünya halkını sömürgeleştirmişler ve onların sırtından geçinmişlerdir. Tarihsel geçmişimiz tamamen böyle sömürülmelerle geçmiştir. İmparatorluklar tepedekilerin tüm insanlığı sömürdüğü dönemlerdir.  
Örneklersek:
Roma İmparatorluğu (MÖ 27 - MS 395) yılları arasında;

BIZANS İMPARATORLUĞU (395-1453) YILLARI ARASINDA;

ROMA-CERMEN İMPARATORLUĞU (962-1806) YILLARI ARASINDA;

MOĞOL İMPARATORLUĞU (1206-1294) YILLARI ARASINDA;

OSMANLI İMPARATORLUĞU (1299-1923) YILLARI ARASINDA;

İSPANYOL İMPARATORLUĞU (1492-1898) YILLARI ARASINDA;

BÜYÜK BRITANYA KRALLIĞI (1707-1927) YILLARI ARASINDA;

RUS İMPARATORLUĞU (1547-1917 YILLARI ARASINDA;

FRANSA İMPARATORLUĞU (1804-1815) YILLARI ARASINDA;

AVUSTURYA İMPARATORLUĞU (1804-1918) YILLARI ARASINDA;

ALMAN İMPARATORLUĞU (1871-1918) YILLARI ARASINDA;

NAZI ALMANYASI (1933-1945) YILLARI ARASINDA;

SOSYALIST SOVYETLER CUMHURIYETI BIRLIĞI (1922-1991) YILLARI ARASINDA;

VE

AMERIKA BIRLEŞIK DEVLETLERI (ABD) (1776-GÜNÜMÜZ) DÜNYA HALKINI SÖMÜRMÜŞLERDIR.


Şimdi ABD’nin ülkemiz üzerindeki sömürüsünün nasıl gerçekleştiğini görelim:

BIRINCI ÖRNEK: BIR AVUÇ SÜT TOZU
İKINCI DÜNYA SAVAŞI SONA ERMIŞ, ABD KESENIN AĞZINI AÇMIŞ, EKONOMISI ÇÖKÜNTÜYE GIREN ÜLKELERI SOVYETLER’E KAPTIRMAMAK IÇIN MARSHALL PLANINI DEVREYE SOKMUŞTU. TÜRKIYE DAHIL 16 AVRUPA ÜLKESINE HIBE ŞEKLINDE GÖNDERILEN YARDIMLARIN EN ÖNEMLI KALEMI SÜT TOZU’YDU.

Sadece hibe etmiyorlar, ilkokul çocuklarına içirilmesini şart koşuyorlardı. Teneke kutularda gönderilen süt tozu, öğretmenler odasındaki gaz ocaklarında suyla karıştırılıyor, kaynatılıyor, çocukların evlerinden getirdikleri bardaklarla servis ediliyordu. Tadı sütten biraz farklıydı, ağır bi kokusu vardı, 1960’lara kadar zorla içirildi.
Raf ömrü uzundu, o dönemlerde buzdolabı filan olmadığı için sayın ahalimiz tarafından pek takdir edildi. E madem bu kadar beğendiler, hadi bakalım, sayın ahalimize süt tozu satılmaya başlandı. Amerikalılar bizi öz kardeşi gibi sevdiği için (!) kâr amacı gütmeden, sevabına sattılar. Sütün litresi 100 kuruş, süt tozunun kilosu 30 kuruştu, sayın ahalimiz üstüne atladı, adeta bağımlısı oldu.
Ucuz olmasına rağmen, Amerikan malı olduğu için “kaliteli” kabul ediliyordu. Süt tozu yerine süt kullanmak, ilkel bi davranıştı!
Bu arada süt üreticisi ölmüş, mandıralar iflas etmiş, amaaan bana ne’ydi.
Yardımlar sadece süt tozuyla sınırlı değildi. Para verildi, bisküvi verildi, margarin verildi, Amerikan bezi verildi, hurda savaş gemileri, dandik tanklar verildi. Bunların karşılığında İncirlik gibi askeri üsler alındı, petrol arama faaliyetlerimiz durduruldu, emekleme aşamasındaki uçak fabrikalarımız kapatıldı, yerli demiryolu hamlemiz takozlandı, tarım bağımsızlığımızda ilk gedik açıldı.
“Siz zahmet edip üretmeyin, yorulmayın, ben hepsini beleşe veririm” deniyordu. Yardım ayağıyla, açları besliyor, tembelliğe alıştırıyor, yerli üretimi durduruyor, kendine bağımlı hale getiriyor, üstüne “sempatik” görünüyordu. Allah ABD’ye zeval vermesin diye dua ediliyordu.
Böyle böyle, avantayı görünce yelkenleri suya indiren bir toplum yaratıldı, milli çıkarların yerini “beleş” aldı.
Sonuç olarak ABD “radyasyonlu” olduğu için kendi halkına yedirmediği şeyleri halkımıza yedirdi.
Bu tarihlerden sonra anadolu tarihinde ilk kez çocuk felci vakaları görüldü ve de sonraları çocuk felci aşısı ‘rutin aşılar’ arasına sokuldu. Bu aşılarda bizlere büyük paralarla satıldı.
Koskoca memleket bi avuç süt tozuna gitti.

İkinci Örnek: Soner Yalçın’dan: 11.11.2014    http://odatv.com/zeytine-dusmanligin-arkasinda-bu-projeler-var-1111141200.html
Uğur Dün­da­r’­ın ge­çen haf­ta “Halk Are­na­sı­”n­da­ki ko­nu­ğu CHP Ge­nel Baş­ka­nı Ke­mal Kı­lıç­da­roğ­lu idi. Şöy­le de­di:
“Kay­se­ri­’de 1925’te uçak fab­ri­ka­sı kur­duk. Kay­se­ri­’den kal­kan ilk mil­li uça­ğı­mız An­ka­ra­’ya in­di. De­ni­zal­tı ya­pı­yor­duk. Son­ra Mars­hall Yar­dı­mı baş­la­dı; bi­ze şu­nu söy­le­di­ler, ‘ne ge­rek var uçak üre­ti­yor­su­nuz, ne ge­rek var ge­mi ya­pı­yor­su­nuz si­ze uçak ve­re­lim, si­ze ge­mi ve­re­lim.’ Uçak fab­ri­ka­la­rı­nı, ter­sa­ne­le­ri ka­pat­tık. Ulu­sal de­ğer­le­ri­mi­zi kö­rel­ten Mars­hall Yar­dım­la­rı­’dır.”
Ha­ri­ka tes­pit…. Pe­ki…
Siz şu tür­kü­yü bi­lir­si­niz:
“Zey­tin­yağ­lı yi­ye­mem aman, bas­ma da fis­tan gi­ye­mem aman.
Se­nin gi­bi ca­hi­le, ben efen­dim di­ye­mem aman…”
Bur­sa yö­re­si­ne ait tür­kü­nün do­ğu­mu 2 Ka­sım 1954..İh­san Kap­la­yan kay­nak gös­te­ri­le­rek Mu­zaf­fer Sa­rı­sö­zen ta­ra­fın­dan der­len­di.
Tür­kü­nün; Kı­lıç­da­roğ­lu­’nun de­dik­le­riy­le ya­kın­dan il­gi­si var; ama Mars­hall Yar­dı­mı me­se­le­si sa­de­ce uçak-ge­mi de­ğil­di.
İşin Ma­ni­sa/So­ma­’da ke­si­len zey­tin ağaç­la­rıy­la da il­gi­si var­dı! Şöy­le…
İkin­ci Dün­ya Sa­va­şı son­ra­sı…
ABD, Tru­man Dok­tri­ni ile Tür­ki­ye­’ye as­ke­ri yar­dım yap­tı. Fa­kat, as­ke­ri yar­dım ye­ter­li de­ğil­di; “e­ko­no­mik yar­dı­m” da yap­ma­lıy­dı! Ve bi­zim “11 Ey­lü­lü­mü­z” baş­la­dı; ABD Kon­gre­si 11 Ey­lül 1947’de Mars­hall Yar­dı­mı­’nı onay­la­dı.
Ço­ğu kim­se teh­li­ke­si­nin far­kın­da de­ğil­di….
En baş­ta zey­tin üre­ti­ci­le­ri…
ZEYTİNYAĞI YALANI
Zeytincilik, Cumhuriyet’le birlikte ülke tarımında hak ettiği yeri almaya başladı. Atatürk’ün 1929’da Yalova’daki direktifiyle zeytincilik seferberliği başladı. Yurt dışından getirtilen teknisyenlerle kurslar açıldı. Genç ziraat mühendisleri zeytincilik eğitimi için İtalya’ya gönderildi. 1937’de Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü’nün kurulması ile hızlandı. Zeytin bahçesine bakmayan ve bakım yaptırmayan üreticilere ceza veriliyordu. Ve keza, Atatürk’ün çok istediği 3573 sayılı “Özel Zeytin Kanunu” ölümünden 2.5 ay sonra çıkarıldı.
Zeytincilik hızla gelişti.
Savaştan sonra devreye Amerikan/Marshall girdi…
Amerika ne derse inanıyorduk; ve o günlerde başladı; “zeytinyağı ısınırsa kanser yapar” yalanı. Oysa zeytinyağı, dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağıydı.
Zeytin Anadolulu’ydu; anavatanı, Mardin, Kahramanmaraş ve Hatay üçgeniydi. Bütün ağaçların ilkiydi ve insan sağlığına en yararlı ağaçtı. Batı dillerindeki “oil” kelimesi, Eski Yunan’da zeytin ağacı anlamına gelen “eleia” kelimesinden türemişti.
Binlerce yıldır insanımızı doyuran zeytinyağı türkü siparişleriyle vs. gözden düşürüldü. Sabunu bile kullanılmamaya başlandı.
Zeytinyağına düşmanlığın sebebi şuydu:
ABD dünyanın en büyük mısır üreticisiydi ve mısırözü yağı ihracatını Marshall Yardımı kisvesi altında yaptı; -artık her daim yapacağı gibi- Türkiye’ye dedi ki, “ekonomik kalkınmanızı bana bırakın!”
Amerika’dan uzmanlar geldi; araştırma yaptılar; ve “Türkiye tarım ülkesidir” sonucuna vardılar!
Eeee!
Eee’si şuydu; Türkiye’de neyin üretileceğine, neyin tüketileceğine ABD karar verecekti.
Türkiye’den ilk isteği şu oldu; “benden mısırözü yağı alacaksınız!”
Aldık.
Kimse sormadı; (ki soranı “gomonist” diye hapse atıyorlardı) “yahu biz zaten tarım ülkesiyiz; alacaksak niye mısırözü yağı alalım; ülke olarak mısır üretiminde önemli bir potansiyele sahibiz. Ayrıca yağa ihtiyacımız yok.”
Ayrıca…
“Bu zeytinyağı zararlı ise Amerikalılar peşin dolar verip niye zeytinyağı alıyordu?”
Aynı Amerika mısırözü yağını, Türk lirası karşılığı borç olarak veriyordu! (Tabii aradan yıllar geçip Türk halkı zeytinyağdan soğuduktan sonra ABD, mısırözü yağını dolarla satmaya başladı.)
Türkiye boğazından düğümlenmeye başlanmıştı…
Öyle ki: Üç-beş ihraç kalemimizden biri zeytinyağı idi…
Zamanla yapılan (örneğin 12 Kasım 1956 tarihli) tarım anlaşmaları sonucu ABD, Türkiye’nin zeytinyağı ihracatını yılda 10 bin (sonra 6400) tonla sınırladı! Eğer zeytinyağı ihracatı ABD’nin izin verdiği miktarı aşarsa Türkiye, ABD’den aynı miktarda nebati yağ satın almak zorundaydı! Çünkü “dostumuz ABD”, nebati yağlarının satışının etkilenmesini istemiyordu! Zeytinyağda emre uyduk; fakat izinsiz buğday ihraç edince, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren, 20 Ocak 1958’de Menderes Hükümeti’ne nota verdi!
Sonuçta… ABD tarımımızı ele geçirdi ve bunu yaparken; gümrük vergisi, özel idare ve belediyelere ait vergiler, resim ve harçlar, sundurma ve antrepo ücretleri, rıhtım resmi ve rıhtım ücretlerinden muaf tutuldu.
Bitmedi…
MÜSLÜMANLARA DOMUZ YAĞI
Sadece Mısırözü yağ değildi mesele…
Soya fasulyesi üretiminde dünya birincisi olan ABD, Türkiye’ye soya yağı ihracatına başladı. Yağın ucuz olması “Amerikan yardımı” gibi (hepsini paramızla aldık) yalandı; “ucuz vermek isteriz fakat, dünya tarım piyasa fiyatları üzerine tesir yapmaması için dünya piyasasına göre fiyat tespit etmek zorundayız” dediler.
Bu yağların büyük kısmı margarin yapımında kullanıldı. Eh tabii ki, doymuş yağ asidi içeren margarinin damar sertliği yaptığı söylenmeyecekti.  (Donmuş yağların içinde domuz yağı vardı ama bizim dincilerin “bağımsız Türkiye” diye bağıran öğrencileri dövmekten başka yaptıkları bir şey yoktu.)
İlk margarin fabrikası ABD’nin yardımıyla kuruldu.
Margarine alışkanlık o hale geldi ki, gün gelecek -aynı Şili’de olduğu gibi- o margarin kuyruklarıyla Ecevit Hükümeti yıkılacaktı.

Üçüncü Örnek: Nasıl Amarika-sever olduk?

Genelev bembeyaz badana yapıldı. Duvarlarına “hoşgeldiniz denizciler” yazıldı. Amerikalı bahriyelilere hastalık bulaşmasın diye, doktorlar gönderildi, genelev komple muayeneden geçirildi. Genelevde çalışan kadınlar, göbeklerine “welcome” yazdırdı.
Dolarlarını Türk parasına çevirsinler diye, Dolmabahçe’de döviz bürosu açıldı. Taksim meydanına dev boyutlu Missouri fotoğrafı yerleştirildi. TEKEL, Missouri markasıyla sigara üretti. PTT, Missouri anısına pul çıkardı. Vitali Hakko’nun Şen Şapka’sı “Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı. Amerikan bayraklı uçurtmalar uçuruldu.
İstanbul belediyesi, Beşiktaş’tan Karaköy’e kadar tüm binaları pırıl pırıl boyadı, asfaltı yeniledi. Sadece Amerikalılara hizmet vermesi için, Dolmabahçe’yle Taksim arasında çalışan, 12 adet belediye otobüsü tahsis edildi. Otobüsler ücretsizdi. Sinemalarda, tiyatrolarda 80’er adet koltuk Amerikalılara ayrıldı, bilet alınmayacaktı.
Ankara’da Missouri adıyla lokanta açıldı. Başkentin en iyi lokantalarından biri, adını Washington olarak değiştirdi.
Ve… “Rus salatası” aniden “Amerikan salatası” oluverdi!
Niko ve Aleko, iki kardeş, Rum vatandaşlarımızdı. İstiklal caddesinde, Atlantik ve Pasifik adıyla iki büfe işletiyorlar, tost, sahanda yumurta, sosis filan, bugünkü tabirle fastfood satıyorlardı. Uyanık Niko efendi, şööle cafcaflı bir tabela hazırladı, üstüne “Amerikan salatası 35 kuruş” yazdı, büfesinin camına yerleştirdi… İstanbul kuyruğa girdi!

SONUÇ Değerlendirmesi
Tüm devlet veya imparatorluklarda liderler halka şunu hedef göstermiştir: Şu bölgeyi alıp, vatanımızı büyütelim! (Yani oradaki halkı da sömürmeye başlayayım!) Bu düşünceyle dünyada huzurlu yaşam sağlanamaz, herkes fırsat kollayıp, diğerine hükmetmeye çalışır. Aynen günümüzde olduğu gibi. Halbuki insanlara dinamik sistemli doğa bilgisi verilse, farklı bölgelerde yaşayan insanlar, daha rahat yaşayabilmek için zaten birbirleriyle kaynaşıp, ortaklıklar oluşturacaklardır.
Toplumunuzun sevk ve idaresini, tepedeki birilerine bırakırsanız, tepedekiler “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. … Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, yabancıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler.”
Tüm bu olumsuzluklardan kurtulmak için,
dinamik sistemde yaşadığını,
dinamik sistemde toplumun  halk tarafından oluşturulup-sahiplenildiğini, yani toplumun sahibinin siz halk (gençlik) olduğunu bileceksin ve   “Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin”.

Değerli dostlar, yukarıda açıklanan türde sömürülme, statik sistemli inancın doğal sonucudur. Çocuklarınızın geleceğini düşünüyorsanız, dinamik sistemli doğa görüşüne geçer ve toplumunuza sahip çıkmaya başlarsınız. O zaman dünyanın hiçbir devleti sizi sömüremeyecektir. 
Nasıl kurtulacağız?
İnsanlık sıkıntı içinde, sorunlarla boğuşuyor, çözüm arıyor. Şimdiye dek insanların sorunlarını çözmek için lider denilen kişiler çıkmışlar ve hala da günümüzde aynı yol izlenmekte. İnsanlar da bu yönteme öylesine alışmışlar ki, hep bir lider arayışı içindeler. Lider adayları ise çok, her lider adayı kendi kafasındaki görüşe göre sorunları çözeceğine inanıyor. İnsanlar da belli liderlere taraftar guruplara bölünüyorlar ve toplumsal birlik-bütünlük oluşturma olasılığı gittikçe daha zorlaşıyor.
İnsanlığın bu acıklı durumu, doğal sistemin kendilerine tamamen yanlış tanıtılmasından kaynaklanıyor. Belli çıkar çevreleri doğada her şeyin sahipliğinin varlıkların üstünde bir olağan-üstü varlığa ait olduğu ve o olağan-üstü varlığın yönlendirmeleriyle doğadaki olayların geliştiği şeklinde statik sistemli dolayısıyla tamamen yanlış bir hayat görüşüyle eğitiliyor. Zaman denilen kavram da bu olağan-üstü varlığın ömrüne endeksli bir sonsuzluk olarak yorumlanıyor, ki bu da diğer en büyük ikinci yanlışlığı oluşturuyor.

Her şey ‘Çıkar-Enerji’ savaşıdır. Toplumu (devleti) yönlendirmek için, onları bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, ekonomi (para) ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Her şey tepedekilerin malı-olduğu için, uşaklar bu mülkler üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşamlarını sürdürürler.  
Tüm devletlerde liderler halka şunu hedef gösterir: Şu bölgeyi alıp, vatanımızı büyütelim! (Yani oradaki halkı da sömürmeye başlayayım!) Bu düşünceyle dünyada huzurlu yaşam sağlanamaz, herkes fırsat kollayıp, diğerine hükmetmeye çalışır. Aynen günümüzde olduğu gibi.
“Her şey ‘Çıkar-Enerji’ savaşıdır” dedik. Bu ifade doğadaki tüm varlıklar için geçerlidir. Her varlık enerji kullanımını artırıcı yönde davranmaktadır. Enerji ise en temel bileşenlerimiz olan atom-altı-öğeler dünyasında bulunmaktadır. Kuantsal sistem dediğimiz bu atom-altı-öğeler ise, nereye yatırım yapacaklarını kendileri belirlemekte ve hep en ergonomik yapıları seçmektedirler.    Yani doğa bu nedenle sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir.
Toplumunuzun sevk ve idaresini, tepedeki birilerine bırakırsanız, tepedekiler “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. … Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, yabancıların siyasi emelleriyle birleştirebilirler.”
Tüm bu olumsuzluklardan kurtulmak için,
Dinamik sistemde yaşadığını,
Dinamik sistemde toplumun  halk tarafından oluşturulup-sahiplenildiğini, yani toplumun sahibinin siz halk (gençlik) olduğunu bileceksin ve   “Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa edeceksin”.
Değerli dostlar, yukarıda açıklanan türde sömürülme, statik sistemli inancın doğal sonucudur. Çocuklarınızın geleceğini düşünüyorsanız, dinamik sistemli doğa görüşüne geçer ve toplumunuza sahip çıkmaya başlarsınız. O zaman dünyanın hiçbir devleti sizi sömüremeyecektir.
Bir ulusu çökertmenin en etkili yolu, eğitim kalitesini düşürmektir. Ülkemizde son 60 yıldır bu yöntem başarıyla uygulanmaktadır. Bu yöntem o kadar başarılı olmuştur ki, 2017 yılında “Oruç hangi şehrimizde ilk-önce açılır?” sorusuna verilen yanıtlar arasında şunlar baskındır:
1-   İstanbul’da, çünkü o kent çok büyüktür;
2-   Ankara’da, çünkü Başbakan, Cumhurbaşkanı orada oturmaktadır;
3-   Konya’da, çünkü mübarek yerdir;
4-   Adana’da, çünkü trafik plakası 01’dir.

Buna benzer mantıksızlıklar daha birçok alanda görülür:                             

2- Bilim insanlarının zamanı ve hayatı yanlış yorumladıkları, http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-19-fizikcilerin-en-buyuk-gunahi.html adresli yazıda gösterilmiştir.
3- Bunların her ikisi de statik sistemlidir, yani tepeye bağımlı örgütlenmeler (TBÖ) gerektirir. -TBÖ’nün tüm toplumsal sorunların kaynağı olduğu http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
adresli yazıda net bir şekilde ıspatlanmıştır.
4-Bu nedenlerden dolayı statik sistemli düşünen din-ve-bilim-adamları topluma karşı suç işemektedirler.
Din ve bilim-insanlarının böylesine zombi davranmalarının temel suçlusu ise, onları bu yönde davranmaya mecbur eden yöneticilerdir. Her şey "Çıkar-Enerji" savaşıdır. Toplumu (devleti) yönlendirmek için, halkı bağımlı kılmak gerekir. Bağımlı kılmanın yolu, para ile olur. Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü (Allah veya doğal seçici) tepeye koyarsınız, o her şeyin sahibi olur. İnsanlar da tepedeki efendilerin uşakları olurlar. Uşaklar efendilerinin mülkleri üzerinde çalışıp-kazanırlar ve kazandıklarının çoğunu efendilere verirler ve boğaz-tokluğuna yaşarlar.
İnsanların böyle bir doğal sistemde yaşadığını insanlara kim belletecek?    Din-adamları ve bilim-insanları!
5-Bir insan, topluma karşı işlenen bir suç karşısında, sesini çıkarmıyor, tepki göstermiyorsa, o da bu suça yataklık etmiş olur. Bunun farkında olan biri olarak, bu suçun sürekli olarak işlenmesine karşı, herkesi uyarmaya çalışmayı vicdani bir görev sayıyorum.
6-Dinsel içerikli dilek ve davranışlarda bulunanlar, din-adamlarının işledikleri suça ortak olmaktadırlar. Statik sistemli düşünen bilim insanlarının izinden gidenler, onların işledikleri suça ortak olmaktadırlar. Şimdiye dek bu ilişki zincirinden habersiz olduklarından, mazur görülebilirler; ama yukarıda verilen makaleler ışığında artık mazur görülemezler. Bu nedenle, hala statik sistemli davranışlarını sürdürenler, çocuklarının geleceğini kararttıkları için vicdan azabı duymalılar.

Bir ulusu çökertmenin en etkili yolu, eğitim kalitesini düşürmektir. Ülkemizde son 60 yıldır bu yöntem başarıyla uygulanmaktadır. Köy-Enstitülerinin kapatılması, İmam-hatip-okullarının gittikçe artırılmasıyla sürdürülen eğitim değişikliklerini tekrar hatırlayarak,   bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekmiyor mu? Vicdanımız rahat mı?
Yıllar önce, “meşhur mantık çarpıklıkları” başlıklı bir makale yazmıştım. Şimdi o makaleyi burada örnek olarak sunuyorum:

Meşhur Mantık


 Çarpıklıkları


1. Bir beyin neyle çok meşgul ediliyorsa, o konuda başarılı olur. Örneğin, sabah -akşam bir kâğıt oyunuyla ilgilenen kişi, o oyunu diğer insanlardan daha iyi oynar. (Bunun nedeni, beyindeki o konularla ilgili hücrelerin birbirleriyle daha sıkı bir örgütlenme içine girerek, daha hızlı işlem yapabilmeleridir.)  Bir toplumdaki insanların temel sorunu, daha rahat ve mutlu yaşayabilmek için, toplumsal hayat sisteminin nasıl düzenlenmesi gerektiği olmalıdır; dolayısıyla insanların beyinleri daha çok bu konuyla meşgul olursa, bu sorunun çözümü için formüller üretebilirler ve en iyi yöntemi bulabilirler. Toplumumuzdaki sıradan bir insanın zamanını nasıl geçirip, beynini en çok nelerle meşgul ettiğini araştırdığımızda, ortaya şu sonuç çıkmıştır:
 » % 45’i işiyle; » % 45’i film, sohbet, spor, kağıt oyunları, gazete, TV,  vs. tür çeşitli eğlence türleriyle;  » % 10’u dedikoduyla veya başka insanları tenkit etmekle,  “bizden adam olmaz, bu ülke kalkınmaz, vs.” gibi umutsuzluk edebiyatıyla ve benzeri boş işlerle!
Görüldüğü üzere, insanların çoğunluğunun gündeminde, toplumsal sorunların çözümü için kafa yorması diye bir şey yoktur. Hücrelerden oluşmuş bir bedenin hücrelerinin, dış ortam koşullarına uyumlarının sağlanması için, hücrelerin eğitilmeleri, programlanmaları gerekir. Bu da genellikle ve özellikle çocukluk evresindeki “oyun” sistemleriyle sağlanır. Hayvanlar küçükken nasıl avlanacaklarını, vs. oyunlarla öğrenirler. Bu onların yapması gerekendir. Halbuki insan, diğer hayvanlardan farklı olarak, sorunlarını duyu organlarından aldığı verileri yorumlayarak vücudu dışında “kültür” denilen eserlerle çözmeye başlayan bir yaratıktır; kültür ise bireysel değil, toplumsal olarak ortaya konulabilir. (Tek başına bir insan toplu iğne bile yapamaz!)  Dolayısıyla “oyun veya spor” anlayışında, ağırlık bu konuya verilmelidir. Ancak insanlar “oyun veya spordan” genelde sadece kas hücrelerini geliştirici hareketleri anlarlar. Halbuki (insanın tanımı gereği) “insanların oyunları, bedensel kas geliştirilmesine yönelik değil, toplumsallaşmanın nasıl sağlanacağına yönelik beyinsel devreler oluşturulması” konularında olmak zorundadır. Yani insanlar çok özel canlılardır ve onlar için “beden eğitimi değil beyin eğitimi” önemlidir. Bu da insanların hala ne kadar mantıksız davrandığını gösterir. Hele hele “top” oyunları gibi doğal hayatta gerçek hiçbir değeri olmayan “spor” dallarıyla uğraşması, hangi mantıkla bağdaştırılabilir?
Peki bu tür insanlardan oluşan bir toplum, nasıl toplumsal düşünce ve davranış içine girebilir? Zamanlarının %10 veya  %20 sini, toplumsal hayat sistemine hiçbir katkısı olmayan, tersine, sadece tüketici olarak pastadan pay alan futbolcu, at yarışçısı, kumarcı, imam, vs. gibi “toplumsal hayat sistemine zararlı” meslek kollarıyla meşgul ederlerken, “toplumsal hayat sistemimizi nasıl düzenlersek daha rahat ve mutlu yaşayabiliriz?” konusuna; veyahut toplumsal hayatta mevcut daha yüzlerce iş ve meslek koluna gündeminde hiç yer ayırmayan insanların mantığındaki hedef çarpıklığı ne kadardır dersiniz? Bundan daha büyük bir mantık çarpıklığı olabilir mi?
2. Din bireysel değil, toplumsal hayat sistemi için ortaya çıkan bir sistemdir. Peki, nasıl oluyor da bir kısım insanlar, ‘toplumsal hayat sistemi düzenlenmesi’ için ortaya atılmış din olgusunu devre dışı bırakacak şekilde “ben hem dinime bağlıyım hem de laik sistemi savunuyorum” diyebiliyorlar?
3. Beyinler çocukluk çağında düşünce ve davranışları etkileyici şekilde programlanırlar. Her aile (veya toplum) genel olarak, kendi soyunu ve inancını yüceltici, başkalarınkini küçültücü bir yaklaşımla çocuklarını yetiştirir. Bu tür eğitimlerden geçen gelecek kuşaklar birbirleriyle uzlaşma ve iş birliği içine girme yerine, birbirlerine güvensizce, hatta düşmanca bakacakladır. İnsanın ve toplumun tanımında, kültür oluşturabilme özelliği vardır; kültür bilgiyle ve bilgiye dayalı hizmetlerin karşılıklı alışverişiyle (ortaklık ve yardımlaşmayla) oluşturulur. Bilgi ve işe yarar hizmet ise, illa bireyin kendi ailesi (veya toplumu) içindekilerde değil, genellikle dışarıdakilerde bulunur.  Halbuki geleneksel eğitim sistemi, dışa dönük ilişki kurmayı engelleyici özelliktedir. Bunun sonucu insanlık, kendi içindeki “deli” veya işe yaramaz yakınlarıyla uğraşmaktan kurtulamamakta ve bunun doğurduğu sıkıntı ve işkencelerle, yeryüzündeki bu kısa ömrünü tüketmek zorunda kalmaktadır. Peki bunun mantığı nerededir?
4. Aşırı bencil olarak yaşayan insanlar yeterince akıllı olmayıp, kısa vadeli hesap-kitap yapan insanlardır, çünkü: hep kendileri en fazla kazanacak şekilde bir yaşam sürerler. Bunun sonucunda, i) toplumun “enerjisi” niteliğindeki para veya mal aşırı şekilde bir yerde depolandığından, doğadaki tüm dengesiz dağılımlarda olduğu gibi, kısa ömürlü olur ve sonunda dağılırlar; ii) evlatlar bu servetlere güvenip, kendilerine uygun bir meslek sahibi olmaktan uzaklaşabilirler ve bunun sonucu hem kendileri mutsuz olurlar, hem anne-babalarını mutsuz ederler, hem de topluma zararlı olurlar.
5. Değişim ve dönüşüm doğadaki her sistemde mevcuttur, tabii insanlarda da! Bunun için her yeni doğan çocuk, hem anne-babasından çok farklı olarak dünyaya gelir, hem de diğer kardeşlerinden farklı olur. Ama mantık çarpıklığı olan insanlar bunun farkında olmadıklarından, çocuklarının da aynen kendileri gibi olup, kendileri gibi düşünüp davranmaları beklentisi içindedirler. Bu nedenle de çocuklarla ebeveynler arasında sürekli tartışmalar kavgalar olmaktadır.
6. Bir başka mantık çarpıklığı örneği ise alkol, sigara, uyuşturucu veya kumar gibi kötü alışkanlıklara sapılması olayında görülür. Beyinlerdeki işletim sistemi programlarından birinde, “ödüllendirme devresi” şeklinde özel bir işletim devresi de bulunmaktadır. Bu işletim devresinin amacı, dış dünyaya uyumu kolaylaştırmak için, sık sık karşılaşılan olayları “dopamin” gibi hormonlar salgılayarak, hücreleri bu olayların tekrarlanmasına karşı istekli kılmaktır. Yani bir olay sık sık tekrarlanmaya başlandığında, hücreler bu olayı, dış dünyada bir değişiklik olduğu ve bu değişikliğe uyum sağlanması gerekliliği şeklinde değerlendirirler ve bu olayı ödüllendirme devresi içine alırlar. İşte mantık çarpıklığı burada yatar: Sanki vücut dışı ortamda bu maddeler içinde yüzülüyormuş veya hayat bu şekilde devam ediyormuş şeklinde programlanan hücreler, bu program uyarınca, sürekli olarak o şeye veya olaya karşı ilgi duymaya başlarlar. İnsanların mantıksızlığı ise, hücrelerinin nasıl bir işletim sitemine sahip olduklarını bilmemelerindendir!
7. Her insan beyni genellikle çocukluk evresinde, gerekli bilgilerle donatılarak programlanır. Her beyin bedenin tüm sorunlarını çözmekle yükümlüdür ve bunun için ne gerekiyorsa yapar. Beyine yüklenen bilgiler arasında dogmatik nitelikli olanlar varsa ve beyinler bu dogmatik verileri değiştirmek hakkından yoksunsalar, o zaman o beyinler hayali çözümler üretmeye mecbur olurlar. Doğa ve dünya sisteminin değişmez ve sonsuz olduğu şeklinde bir dogma ile sorunlarını çözmek zorunda olan bir beyin, neden kendi bedeninin “ölümlü veya sonlu”  olduğu sorusuna hayali çözüm senaryoları oluşturmak zorunda kalmıştır. Kimi toplumlar bir başka dünyadaki bir sonsuz hayat sistemiyle, kimi toplumlar bir bedenden başka bir bedene geçerek sürekli yaşayan ruhlarla bu sonsuzluk sorununu çözmüşlerdir.  Ancak bu şekilde çok farklı düşünce ve davranış şekilleri ortaya çıkmış ve bu farklılıklar dünya genelinde insanların veya toplumların birbirleriyle uzlaşmalarını ve dünya üzerindeki sorunlarını çözmede iş birliği içine girmelerini engellemeye başlamıştır. Bu şekilde insanlığın ve toplumun tanımına ters bir durum ortaya çıkmıştır ve insanlık bu sorunu aşmakta zorlanmaktadır. Bunun tek nedeni ise, geleneksel olarak beyinlerin küçük yaşlarda, üzerinde yaşanılan doğa ve dünya koşullarına uymayan hatalı bilgilerle yüklenmeleridir. Bunun sonucunda tüm insanlık çeşitli savaşlara veya kavgalara bulaşmakta, iş birliğinden uzaklaşmakta, daha iyiye doğru gideceğine, daha kötüye doğru gitmektedir. Bundan daha kötü mantık çarpıklığı olur mu?
8. Her canlıda olduğu gibi, insanlarda da beyinler çocukluk evresinde genel hatlarıyla programlanmakta (yani ağaçlar yaşken eğilir kuralı uygulanmakta) ve insanlar hayat şartlarına uyumlu hale sokulmaya çalışılmaktadır. Akıl ve mantık, yaratığın yaşadığı ortamdaki sorunlarına çözüm bulma yeteneği olarak tanımlandığına (ve de yaşanılan ortam zamanla sürekli değiştiğine) göre, insanlara bu çocukluk evrelerinde verilmesi gereken en önemli program sağlam bir mantık yürütme programı olmalıdır ki yaratık büyüdüğünde çevresindeki değişim ve dönüşüm eğilimlerini doğru yorumlayıp, sorunları doğru irdeleyip, doğru bir karar alabilsin. Ama çoğu toplumlar ve ana-babalar çocuklarına bu erken programlama döneminde, mantık yürütme programları değil de, katı, değişmez dogmatik kurallar belleterek, çocuklarının bizzat mantık yürütmelerini değil, atalarından  devraldıkları  “mantık” sistemlerini  çocuklarına kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Değişen doğa ve dünya koşulları karşısında atalardan aktarılan ve “değişmezlik” prensibine dayanan (yani evrimi ve evrimselliği kabul etmeyen) “geleneksel mantık” çocukları büyüdüklerinde zor durumlara sokmaktadır. Dogmatik kurallar sistemiyle programlanan beyinlerdeki hücreler, kesin kurallarla şartlandırıldıklarından, bu şartlanmışlık devrelerini artık kıramamakta ve hep “ikilem” içinde bocalamaktadırlar. İnsanların “akılları başka, gönülleri başka” yönde olmaktadır.  Peki, her toplum çocuklarının en iyi şekilde eğitilip, hayata hazırlanmalarını amaçladıklarına göre, “Biz gelenek ve göreneklerimize bağlıyız, biz muhafazakarız” diyerek, sürekli değişen  doğa ve dünya koşullarına uygun mantık yürütmeyi değil, atalarından devraldığı 3-boyutlu yani değişmez, evrimsiz bir sistemin mantığını (ya da mantıksızlığını) çocuklarına aktarmakta ısrar eden ve bu konuda mücadele eden insanlardaki mantık çarpıklığı oranı ne kadardır? Hem çocukların 18 yaşına kadar “reşit” olmadığını, kabul edip, hem de bu yaştan önce onlara evrensel bilimsel veriler dışında başka bilgiler yüklemenin mantıksızlığı ortadadır. Doğru olan her bilgiyi, akıl ve mantık sistemi olgunlaşmış (yani reşit) insanlara aktarabilirsiniz. Dolayısıyla, doğruluğuna inandığınız her tür gelenek ve göreneklerinizi çocuklarınız reşit olduktan sonra da onlara verebilirsiniz. Bu nedenle, “... bilgileri şu yaştan önce verilmeli, yoksa daha sonra bu   bilgiler verilemez” diye bir düşünceniz varsa, bilin ki, o tür bilgiler “doğru” değildir, çünkü akıl ve mantık her zaman “doğru bilgilere” açıktır.  
9. Mantık çarpıklıklarımızın en önemlilerinden biri, vücudumuz hakkında gerçeklere uymayan bilgilere göre ayarlanmış bir işletim sistemine sahip olmamızdır. Beynimize yerleştirilen bilgiler arasında, “can veya ruh” denilen “hayat verici öğenin”  “kalpte” yerleşik bir şey olduğu olgusu vardır. Bu nedenle, “Kafanız sağlam, iyi fikirlerle, kalbiniz sevgiyle dolu olsun!” gibi ifadeler günlük hayatta çok sık kullanılır; “Seni bütün kalbimle seviyorum, vs.” gibi ifadeler her toplumda yaygındır. Durum böyle olunca, sevgi, duygusallık, vs. gibi beyindeki farklı işletim devrelerine ve programlarına ait biyokimyasal ve biyofiziksel olgular, sanki vücuda dışarıdan girip-çıkan ve kalpte yerleşik olan, bedene yabancı bir şeye aitmiş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak, insanlar, beyinlerinin programlanabilirliğinin, düşünce ve davranışlarındaki etkisini fark edememektedirler.
10.  Bir dernekte, her üyenin eşit oranda işlere katılması ve aidat ödemesi kuraldır. Peki, “toplumsal hayat sistemi” en büyük ölçekli ve herkesin zorunlu olarak katıldığı en üst düzey bir dernek olduğuna göre, toplum hayatında neden eşit oranda katılımdan söz edilmez? Neden herkes toplumun ortağı olduğu bilincinde değildir?

Arkadaşlarım soruyorlar: Nasıl kurtulacağız?

Sorunlar ancak dinamik sistemde düşünülerek çözülebilirler. Başka türlü bir çıkış-yolu yoktur. Bunu yıllardır arkadaşlarıma söylememe rağmen hala aynı soruyu tekrarladıklarına göre, doğadaki dinamik oluşum mekanizmasını (DOM) anlayamamış olmalılar. 

Toplumsal sorunlar herkesin sorunudur, çünkü sorunlar ilgililerin karşılıklı etkileşimleriyle çözülebilmektedir. Herkes kendisini bu konuda sorumlu hissedip, sorunlarımızın nasıl çözülebileceği konusunda kafa yorarsa, çözüme ulaşmak mümkün olur. Sorunlarımızı çözmek için bir araya gelmemiz gerekirken, geyik sohbetleri yapmak için bir araya geliyoruz.
Bizler toplumun bir ortağı olarak, toplumda işlerin olumlu yönde gitmesi için ne yapıyoruz?
Herkesin katkısı olmadan yaz gelmeyecek. Sizler sadece DOM-bilgilerini pasif şekilde izlemekle değil, aktif olarak çevrenizdekilere aktarmadıkça, halkımızın uyandırılması mümkün değildir. Çünkü “bir çiçekle yaz gelmez”.

Birçok kişi DOM-sistemi bilgilerini okuduktan sonra, hak veriyorlar, kabul ediyorlar. Ama o kadar! DOM-sistemini hayata geçirmek için aktif olarak çaba göstermeleri gerektiğini fark etmiyorlar. 

Ben onlarla sohbet ederken diyorum ki: “Arkadaşım, görüyorsun, eğitim sistemimiz tam batmış, hak-hukuk tamamen ortadan kalkmış, batmakta olduğumuzu görmüyor musun?”
Biraz mahcup şekilde “evet, haklısınız” diyorlar. Ama sonrası gene yok.

Anlaşılan tam batıp, iç-savaş, dış-savaş, terör, internet-saldırıları, kandırmalar, soygunlar, hukuksuz suçlamalar, çevre kirliliği, stres hastalıkları, vs.den herkesin canına ‘tak’ deyinceye kadar bilgililer-aydınlar da uyanıp, bir araya gelip, çözüm konusunda bir arayışa girmeyecekler. 

Haydi batmaya bir-iki-üç, ….

Ama durun, Dünyayı yönetenler, sizleri tam batmaya bırakmayacaklardır, çünkü o zaman sömürecek uşakları kaybolacağından, tepedeki bu efendiler zümresi aç kalacaklardır. Onlar insanlığın emeğini sömürerek yaşadıklarından, sizlerin yok olmanızı da istemezler.
Şimdi bunu mitolojik bir örnekle açıklayalım.
Yunan mitolojisinde Sisyphos (Sisifos) işkencesi adlı bir kısım bulunur. Sisifos tanrılar tarafından lanetlenip cezaya çarptırılmış insanoğludur mitolojide, cezası da bir kayayı her sabah olimpos dağının eteklerinden iterek yukarıya çıkartmaktır. Ama her gece kaya tekrar dağın eteklerine düşmektedir ve bu şekilde Sisifos da bu kısır döngüyü her gün yaşamaktadır.
Evet dünyayı yönetenler, aynı bu mitolojik örnekte olduğu gibi, ne insanların yok olmalarına, ne de onların refah ve mutluluk içinde yaşamalarına izin veriler.
Bu nedenle, dinamik bir doğal sistemde yaşadığınızı idrak edip, kendi kaderinizi, bizzat kendi gözlem ve kendi bilgilerinize göre tayin etmeniz gerektiğini anlamak zorundasınız;
Çünkü dinamik sistemde toplum gibi bir  ÜST-SİSTEM hayatı oluşturulması:
-Tüm katılımcıların karşılıklı olarak birbirleriyle etkileşmeleri, ve ortak bir düzen-ölçütünde anlaşıp-uzlaşmalarıyla  mümkündür.


Neye karar veriyorsunuz? Sisifos işkencesi devam mı etsin, yoksa, bir silkinip, arkadaş ben niye kaderimin başkaları tarafından tayin edilmesine karşı çıkmıyorum? mu diyeceksiniz. 

Tepedekilerce yönlendirilen bir kukla değil, kendi gözlemlerine göre davranıp, geleceğini kendisi belirleyen özgür insan olalım.



Değerli Okuyucu:


Kafanızdaki bilgileri gözden geçirip, mantığınızın sağlam mı bozuk mu olduğunu test etmenin tam zamanıdır.

Eğitilmemiş kişi en azından bilgisiz, cahil olduğunu bilir ve ona göre esnek davranır. Çevresinde olan bitenlerin yararına mı zararına mı olduğunu anlar.

Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü önerilen mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal sorularını çözen bir formüle karşı çıkmak, zır-cahillikten başka bir şeyle açıklanamaz.


Hayat = Ömür; ve ömür ise ZAMANın bir dilimidir. Zaman kavramının sırrını çözen, hayatın sırrını da çözmüş olur.
DOM-sistemi, “Zaman” kavramını ve doğum-ölüm döngülerinin nedenini net bir şekilde açıklayıp, neden- niçin yaşadığımıza bir anlam verirken;
Ve yine DOM-sistemi insanlığın dünya genelinde tüm sorunlarını çözecek bir bilimsel formül ortaya koymuşken;


Neden bu temel bilgiler etrafında toplanıp, bu bilgileri tartışıp, doğadaki gerçek durumu anlamaya, hayata geçirmeye ve mutlu bir dünya düzeni oluşturmaya çalışmıyoruz da, başka konularla vakit geçiriyoruz? Hedef dağıtıcı konulara yönlenmek mantıklı mı, mantıksız mı? Mantığınız sağlam mı, bozuk mu?


 DEVAMI



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder