DOM-görüşü nasıl ortaya çıktı?
Doğada bir denge ve düzen vardır. Bu çalışmanın amacı, doğadaki bu denge ve düzenin nasıl oluştuğunu bilimsel verilerle açıklamaktır.
Prof. Dr. İsmet Gedik
Doğadaki Dinamik Oluşum Mekanizması sözcüklerinin ilk harfleri alınarak DOM kısaltılması yapılmıştır.
Okuyucuya not: DOM makalelerinde anlamanız zor olan veya sizi sıkabilecek bazı formüller - grafikler varsa da, yazıyı okumaya devam edin, verilmek istenilen temel bilgileri alacaksınız.)
Okuyucuya not: DOM makalelerinde anlamanız zor olan veya sizi sıkabilecek bazı formüller - grafikler varsa da, yazıyı okumaya devam edin, verilmek istenilen temel bilgileri alacaksınız.)
Teşekkür: Bu web-sayfasının tasarımı ve yapımı tamamen sevgili arkadaşım Ayhan Öktem tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle kendisine müteşekkirim. Çeşitli görüşleriyle yazılarımın daha mantıklı olmasına katkıda bulunan diğer internet arkadaşlarıma ve öğrencilerime de çok teşekkür ederim.
Üniversitede yeryuvarının tarihi ve yeryuvarında hayat sisteminin gelişimi (paleontoloji) derslerini vermeye başladığım 1970’li yıllardan birinin sonlarına doğru bir öğrencim şuna benzer bir soru sordu: “Hocam, bize hayatın yeryüzünde nasıl oluşup-geliştiğini fosil bulgulara dayanarak anlatıyorsunuz. Güzel bilgiler. Peki, hayat nedir? Niçin doğuyoruz ve niçin ölüyoruz? Hayat niçin doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş?”
Bu soru karşısında tatmin edici bir cevap veremedim. Bunun üzerine, “dünyada bu konuda neler biliniyor, kimler ne biliyor” konusunu deşmeye başladım. Yayınları takip edip, bu konuda bilinenleri taradım. Hayatın ne olduğu konusunda tek bir önemli yayın vardı ve meşhur bir fizikçi tarafından yazılmıştı: Schrödinger, 1945, “What is Life”. Schrödinger bu yayınında hayatı fiziksel bakış açısı ile değerlendiriyor ve “hayat negatif entropi artışı olayıdır” şeklinde bir sonuca varıyordu. “Negatif entropi artışı” kavramından ne anlaşılması gerektiğine gelince: Fizikçiler arasında o zamanlarda (hatta çoğu fizikçide hâlâ günümüzde), doğada düzensizliğe doğru bir gidiş olduğu kanısı yaygındı ve bu düzensizliğe doğru gidiş “entropi artışı” olarak ifade ediliyordu. Schrödinger ise hayatı “negatif-entropi artış sistemi” olarak tanımlamakla, hayatın doğada bir düzen oluşturma eylemi olduğunu ifade etmiş oluyordu. O zamanlar fizikte doğa ve dünya dinamik bir sistem olarak ele alınmıyordu, dolayısıyla, düzensizlikten (kaostan) düzene doğru bir gidiş olduğu ve doğa ile dünyanın dinamik- yani yaşayan- bir sistem olduğu henüz bilinmiyordu.
Bunun üzerine:
- Tüm büyük dinsel öğretileri (Tevrat, İncil, Kuran, Budizm, Taoizm), mümkün olduğunca çok-kaynaklı, temel kitaplarından okudum.
- Çin, Hint, Yunan, İslam felsefeleri dâhil, günümüz felsefecilerinin görüşlerini içeren yaklaşık 25.000 sayfalık (e-book) felsefe yayın serisi satın alıp, temel hatlarıyla ne denildiğini anlamaya çalıştım.
- İnsanlığın tarihsel gelişiminin nasıl olduğu, hangi düşünsel aşama evrelerinden geçtiği konusundaki araştırmaları takip ettim.
- Dünyadaki en eski yazılı bilgi kayıtlarını oluşturan Sümer tarihi ve belgelerini ayrıntılı şekilde takip ettim; 5-6 bin yıl önceki insanların nasıl düşündüklerini anladım.
- Kutsal kitap bilgileri ile bu eski insanlık bilgileri arasındaki ilişkilerin farkına vardım.
Bu bilgiler arasında, hayatın niçin doğum ve ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu açıklayan bir görüş bulunmuyordu.
Hayatın ne olduğu ve niçin doğum ve ölüm üzerine oturtulduğu sorusuna çözüm bulmaya çalıştığım dönem, tam da fizik, genetik, nörofizyoloji gibi bilim dallarında çığır açıcı araştırmaların hız kazanmaya ve “beyin” denilen kara kutunun gizeminin anlaşılmaya başladığı yıllara rastlar. Fizikçiler elektron ve pozitronların çevrelerindeki varlıklardaki değişimlerden etkilenerek davranışlarını değiştirdiklerini saptamışlar ve bundan yararlanarak da, beyin gibi organların içlerindeki hücrelerde gerçekleşen değişimleri bu yöntemle görüntüleyebilmeyi başarmışlardı (EMR/emar, PET, vs). Bir insan nasıl düşünüyor, düşünce ve davranışlarımız nasıl oluşuyor ve denetleniyor gibi soruların yanıtları o yıllardaki nörofizyolojik araştırmalarla aydınlanmaya başlanmıştı. Bu ve benzeri başka yeni yöntemlerle, bedenlerin içlerinde gerçekleşen olaylar ile bedenlerin davranışları arasındaki ilişkiler aydınlanmaya başlamış ve tüm canlıların düşünce ve davranışlarının beden içindeki hücrelere bağlı olarak gerçekleştiği ortaya konulmuştu.
Bu tür araştırmalar çok yoğunlaşmış ve
- hücrelerin içlerindeki olayların rastgele olmadığı ve hücrelerin içlerindeki organeller arasındaki tüm etkileşimlerin bilgiye dayalı bir haberleşme ile gerçekleştiği, proteinlerin “adres etiketleri” ile donatıldıkları ispatlanmıştı (Blobel 1999, Nobel ödülü).
- neyin nasıl yapılacağı, nelerin nelere bağlı olarak gerçekleştiği veya gerçekleşeceği gibi olayları tayin eden “bilgi” dediğimiz faktörün bizzat hücrelerde depolandığı ortaya konulmuştu (Kandel 2001, Nobel ödülü),
- Biyolojik alanda bu tür yeni düşünce ve yaklaşımlar ortaya konulurken, fizik biliminde de çığır açıcı yenilikler ortaya çıkmaya başlamış ve doğada düzensizlikten düzene geçiş olduğu (Prigogine 1977 Nobel ödülü) ve tüm bu olayların “bilgiye” dayanılarak yapıldığı (Information & Self-organisation, Haken 1983, 2000, Camazine et al. 2001) fiziksel ve matematiksel verileriyle ortaya konulmuştu.
Doğru zamanda doğru yerde olmak çok önemli iki faktördür. Bu tür araştırmaların ortaya konulduğu bir zamanda yaşamak, bu bilgileri arayan biri için çok önemlidir. Doğru yerde olmak ise, benim yaşadığım yer ve yaptığım iş ile ilgili bir konuydu. Mesleğim bu konuda bir değerlendirme yapmak için çok uygundu; çünkü
- hem yeryuvarında hayatın oluşum ve gelişimlerini zamana göre araştıran biriydim,
- hem de taşıyla toprağıyla yeryuvarının litosferi, hidrosferi, atmosferi ve biyosferinin zaman içinde nasıl değişip-dönüştüğünü araştıran bir mesleğim vardı.
Bu nedenle “zaman” kavramını en iyi anlayıp-yorumlayan biriydim. Fizik, genetik nörofizyoloji gibi bilim dallarında yukarıda belirtilen yenilikler gerçekleşirken, bu araştırmaları takip eden ve hayatın anlamını yakalamaya çalışan biri olarak, atalarımızın hayatın neden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulduğunu anlayamadıklarının farkına vardım. Sorun, “zaman” kavramının tanım ve anlamında yatıyordu.
Zaman olgusunun nasıl gerçekleştiği başlangıçtaki "DOM'a Giriş" dosyasında açıklanmış ve gittikçe gelişen bir doğada BİLGİ oluşturulabilme yeteneğine bağlı olan bir evrimin söz konusu olduğu gösterilmişti
Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz temel kimyasal elementler farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar ortaya çıkıyor. Böylelikle, kuantsal enerji dediğimiz en temel canlılık öğesi tarafından başlatılıp-sürdürülen, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan bir doğa ortaya çıkıyor ve milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak evrimleşip-gelişiyor. Yani DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞA söz konusudur ve biz insanlar bu dinamik sistemli doğada yaşamak üzere oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.
Zaman olgusunun nasıl gerçekleştiği başlangıçtaki "DOM'a Giriş" dosyasında açıklanmış ve gittikçe gelişen bir doğada BİLGİ oluşturulabilme yeteneğine bağlı olan bir evrimin söz konusu olduğu gösterilmişti
Bu yeteneğe bağlı olarak, atom dediğimiz temel kimyasal elementler farklı kombinasyonlara sokuluyor, farklı varlıklar ortaya çıkıyor. Böylelikle, kuantsal enerji dediğimiz en temel canlılık öğesi tarafından başlatılıp-sürdürülen, sürekli değişim-dönüşüm içinde olan, yaşayan bir doğa ortaya çıkıyor ve milyarlarca yıllık süreçler içinde sürekli olarak evrimleşip-gelişiyor. Yani DİNAMİK SİSTEMLİ DOĞA söz konusudur ve biz insanlar bu dinamik sistemli doğada yaşamak üzere oluşturulmuş varlıklardan biriyiz.
1998 yılında yayınladığım “Dünyanın Oluşumundan İnsanlığın Gelişimine: Değişimler ve Dönüşümler” adlı çalışmada “zaman”ın nasıl bir şey olduğunu ortaya koyup, bilgi oluşumu ile bağlantısını ve bilginin doğada üssel (eksponansiyel) şekilde geliştiğini gösterdim.
Peki, bize verilen dünya ve doğa görüşü nasıl?
Bizlere verilen ortak bir hayat görüşü yok, ya evrimci veya yaratılış görüşü olarak iki farklı görüş aktarılıyor.
Evrimci görüşte, varlıklar bilgisiz-bilinçsiz oluşumlardır, robot gibi doğa-yasalarına uyarlar, doğa-yasaları da, varlıkların dışında olan doğa-üstü bir güç sistemince oluşturulur.
Yaratılış görüşünde ise, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibi ve yaratıcısı varlıkların dışında- üstünde olan ve her şeyi bilen Allah’tır. O’nun “Olsun” demesiyle her şey anında oluşur.
Bizlere verilen ortak bir hayat görüşü yok, ya evrimci veya yaratılış görüşü olarak iki farklı görüş aktarılıyor.
Evrimci görüşte, varlıklar bilgisiz-bilinçsiz oluşumlardır, robot gibi doğa-yasalarına uyarlar, doğa-yasaları da, varlıkların dışında olan doğa-üstü bir güç sistemince oluşturulur.
Yaratılış görüşünde ise, doğa ve dünyadaki her şeyin sahibi ve yaratıcısı varlıkların dışında- üstünde olan ve her şeyi bilen Allah’tır. O’nun “Olsun” demesiyle her şey anında oluşur.
— Allah önce ışığı (geceyi gündüzü) yaratır (1. gün);
— sonra gök kubbeyi yaratarak, gökteki tatlı sularla yerdeki tuzlu suları birbirinden ayırır (2. gün);
— sonra yeryüzünde karaları denizlerden ayırır ve karalardaki bitkileri yaratır (3. gün);
— sonra güneşi, ayı ve diğer ışık kaynaklarını (4. gün);
— sonra denizlerdeki hayvanları ve havalardaki kuşları, (5. Gün);
— ve en son olarak da, dünyadaki tüm bu yaratıklardan yararlanması için insanı yaratır (6. Gün).
Bu iki temel hayat görüşünde de, doğa ve dünyanın sahibi ve yaratıcısı, varlıkların dışında-üstünde olan, varlıklardan bağımsız bir güç sistemidir, her şey onun isteğine-emrine göre oluşur. Böyle bir sisteme ise STATİK SİSTEMLİ DOĞA GÖRÜŞÜ denir. Statik sistemli doğa görüşünde her şey tepeye bağımlıdır, toplumsal hayat sisteminde de tepeye bağımlı örgütlenme söz konusudur.
Binlerce farklı iş ve meslek dalı arasında bir denge oluşturulması, üstelik doğadaki milyonlarca farklı canlı ve cansız varlıkla ilişkili ve bağlantılı bir denge oluşturulması söz konusu olunca, bu konu tepedeki bir otoritenin yapacağı bir iş olmaktan çıkar.
Yani tüm güç tepedekilerin elinde olunca toplum hayatında denge ve düzen sağlanamaz.
Kutsal kitaplar, insanları bir efendiye kul
yapma öğretileridir.
Kuantsal yaratıcılığa ihanet
olduğundan bedensel ve toplumsal hastalıklara davetiyedirler.
(1. bölüm)
İki-buçuk milyon yıl önce sert taşlardan parçalar kopararak
kesici bir nesne yapabilmeye; yaklaşık 500 bin yıl önceleri Ateşi kontrollü
olarak kullanabilmeye; 40 bin yıl önceleri resim yapmaya, sonra kemik
parçalarından çuvaldız yaparak bununla, avladıkları hayvanların derilerinden
giysi ve çadır yapmaya; daha sonra taşlardan ve kemiklerden ok. zıpkın, mızrak
uçları gibi aletler üretmeye; yaklaşık on bin yıl önceleri, çeşitli hayvanları
evcilleştirerek. bitkileri ıslah ederek, insanlığa yaraşır bir uygarlık
düzeyine ulaşmış ve yerleşik hayat tarzına geçmiştir. Yerleşik hayata geçişle
birlikte "toplumsal yaşam örneği” vererek, çeşitli iş kollarında
uzmanlaşmaya ve karşılıklı iş birliğine girerek ilk uygarlık eserlerini ortaya
çıkarmışlardır. İlk madencilik bu dönemde başlamış, ilk dokuma atölyeleri bu
dönemde ortaya çıkmış; insanlar, tarlalarını sürdükleri kara sabandan,
tekerleğe, atlı arabaya, bıçağa, baltaya, aynaya, çanak çömleğe, ve daha bir
çok kullanım eşyasına bu dönemde kavuşmuştur.
İnsanlığın şekilde gösterilen kültürel gelişiminin
normalde mavi hat şeklinde devam etmesi gerekirdi. Ama yaklaşık 3.500 yıl
öncelerine denk gelen (K) noktasında, insanlık tarihinde çok önemli bir şey
olmuş olmalı ki, insanlığın bu hızlı üstel (eksponansiyel) gelişimi yavaşlamış
ve gecikmeli bir şekilde devam etmiştir. Peki insanlığın gecikmeli bir evreye
girmesinin nedeni ne olabilir?
Bir açıklama: İnsanlığın zihinsel gelişimi
engellenmemiş olsaydı, insanlık yaklaşık 2000 yıl önce bu günkü uygarlık
düzeyine ulaşmış olurdu. Peki insanlığın gelişiminin 2000 yıllık bir gecikmeyle
sürmesine, üstelik doğadaki birçok canlının soyunun tükenmesine neden olan,
denizlerin, karaların, atmosferin kirlenmesine yol açarak hem kendi sağlığını,
hem diğer canlıların sağlıklı yaşamalarını engelleyen bir tutum ve davranış
içinde olmasına yol açan bu zihinsel zehirlenme yapıcı ve zombileştirici faktör
nedir?
(2. bölüm)
Şimdi 3500’lü
yıllarda dünyamızda insanlığın kaderini etkileyecek ne tür bir önemli olay
olduğuna bakalım.
M.Ö. 15. yüzyıl İlk çeyreğinde (yani M.Ö.
1475-1470'lerde) Ege denizindeki Santorini adasında çok büyük bir volkan
patlaması olduğu, jeolojik ve arkeolojik kayıtlardan, anlaşılmaktadır (Keller
ve diğ., 1978; Sullivan, 1988; Ercan, 1990).
Deniz yüzeyine çok yakın bir yerde gerçekleşen bu volkan
patlaması, tüm Ege ve Akdeniz’de muazzam bir tsunami oluşturur. Bunu kesinlikle
söyleyebiliyoruz, çünkü Santorini’de püsküren volkanizmada oluşan süngerimsi
özellikli ponza taşlarının bu tsunami dalgaları ile Suriye sahillerine kadar
taşındığı jeolojik olarak saptanmıştır. Girit adasının kuzeyinde patlayan bu
Santorini volkanı, Ege Denizindeki bir çok adadaki yerleşim yerlerinin yerle
bir edilmesine neden olmuştur. Minos uygarlığı denilen bir kültürün yok oluşu,
bu volkanik faaliyetin bir sonucudur.
Musa asasıyla denize vurur, deniz ikiye yarılır; denizin
çekildiği aralıktan İsrail-oğulları kaçıp-kurtulurlar; onları takip etmeye
çalışan firavun adamları, geri gelen deniz sularında boğulurlar!
Kutsal kitaplarda böyle anlatılan olayı bir de mantık
açısından değerlendirelim: İsrail oğullarının Mısır’da yerleştikleri bölge
Goşen olarak belirtilmiştir. Goşen ile İsrail oğullarının Mısır’dan ilk kaçtığı
yer olan Sina bölgesi arasında, eskiden deniz yoktu ki, Musa Peygamber asasıyla
denizi ikiye ayırıp da, Sina'ya kaçsın; Süveyş kanalı yaklaşık 1 asır önce
açılmıştır. Dolayısıyla, Mısır'dan Sina'ya geçmek için, denizin ikiye
yarılmasına gerek yoktur, ki, bu da olayın bir başka yönünü vurgular.
(3.
bölüm)
insanların düşünce ve davranışları nasıl belirlenmektedir?
Şimdi önce çok kısa ve
öz bir şekilde, insanların düşünce ve davranışlarının nasıl belirlendiğini
göstermek gerekecek. Sadece insanların değil, tüm varlıkların davranışlarının
belirlenmesi, içlerindeki bileşenleri tarafından gerçekleştirilir. Şu nedenle:
Su dediğimiz madde, 2 hidrojen ve 1 oksijen atomunun birleşmesiyle oluşur. Peki
doğada önce su mu oluşmuştur, yoksa hidrojen ve oksijen mi? Bunu sormamızın
nedeni, neyin neyi oluşturduğu konusunu aydınlatmak içindir. Önce su oluştuysa,
oksijen ve hidrojen atomları sudan oluşmuş demektir. Ama önce hidrojen ve
oksijen atomları oluştuysa, su onlar tarafından oluşturulmuş olur.
Doğadaki varlıkların
hangi sırayla oluştuğu, “Nerelerden geçerek günümüze geldik” konusunun
aydınlatıldığı makalede net delillerle gösterilmiştir, bak:
http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html.
O
makale çok, ama çok önemlidir, çünkü doğa ve dünyamızın nasıl oluşup-geliştiği,
jeolojik, fiziksel, kimyasal ve astrofiziksel delillerle itiraz edilemeyecek
netlikte gösterilmiştir.
O makalede kesin bir
şekilde ıspatlanan konular arasında şunlar önemlidir:
1-
Doğada her şey çok
kısa ömürlü ve çok-çok devingen olan atom-altı-öğeler dünyası denilen kuantsal
canlılık öğeleriyle başlamaktadır.
2-
Bu kuantsal canlılar birleşerek,
daha uzun ömürlü ve daha az devingen üst-sistemler oluşturarak evrimleşen bir
doğal sistem oluşturmaya başlarlar, atomlardan moleküllere, hücrelere,
bitkilere, hayvanlara, hayvan kolonilerine doğru ilerleyen bir evrimleşme söz
konusudur: yani atomlar molekülü oluşturur, moleküller atomları değil.
Dolayısıyla, hücreler bedenleri oluşturur, insanlar da toplumları
oluşturmalıdır.
Ama gel gör ki,
günümüz dünyasında topum oluşturma görevi, insanlara değil, insan-üstü olduğuna
inanılan asil-soylulara, veya kutsal özellikli kişilere bırakılmıştır. Çünkü
doğadaki yaratıcılığın, insanların üstünde olan bir efendiler tabakasına ait
olduğu görüşü insanlara doğar-doğmaz belletilmeye başlanmış ve yaklaşık 5-6 bin
yıldır gelenek göreneklere işlenecek şekilde yaygınlaştırılmıştır. Nitekim biz
TC vatandaşları, daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke
padişahın mülkü idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar
vasıtasıyla bu topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu topraklarda
çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye kalanıyla da,
kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. (Bu vesileyle kısa bir not: TC’yi
yıkıp, Osmanlı padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve
yandaşlarının geri getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki
anlatılan hayat sistemidir. Cumhuriyet bir reklam-arası olarak kabul
edilmektedir.)
Peki halk neden
kendisini kul-köle yapacak bir sisteme doğru kaymaktadır, neden bu kadar
bilinçsiz davranmaktadır?
Bir insanın davranışını, o insanın zihniyeti, yani hayata
bakış açısı belirler. Zihniyetin ise iki farklı bileşeni vardır: Bilinç-altı ve Bilinç:
Bunlardan en etkili olanı
“BİLİNÇ-ALTI” sistemi bilgileridir.
“Bilinç-altı” bilgileri, ana-rahmine yerleştirildiğimiz
andan itibaren ve de çocukluğumuzun ilk 6 yılı süresince, çevremizdekilerin
davranışlarının, gelenek ve göreneklerin, kopyalanması ile edinilir. Bu
bilgiler, atalarımızın asırlar boyu oluşturdukları verilerin özetlenmiş
sonuçlarıdır. Otomatiğe bağlanmış davranışlarımızın bulunduğu bilinç-altı
sistemimize kayıt edilirler.
Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya
alıştırıldıysa, bu davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve fil ondan sonra
bu kopyalanmış şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder. İnsanlar da ilk-6-7
yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen kopyalarlar, ve
büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Bilinç-altına alınan davranışların en büyük kısmını ise
atalarımızın otomatiğe alıp, gelenek ve göreneklerimize aktardıkları
davranışlardan oluşurlar. Beynimizin büyük kısmı buna tahsis edilmiştir.
Bilinç-altı, otomatiğe alınmış davranışlardan, iç-güdülerden oluşurlar. Bir
davranış, (örn. Araba, bisiklet kullanmak) sık-sık tekrarlanmaya başlandıysa, o
davranışlar da otomatiğe bağlanırlar ve bilinç-altı sistemine aktarılırlar. Bir
araba kullanmayı öğrenmenin ne kadar zor ve stresli olduğunu hatırlayın. Ama
öğrendikten sonra, artık hiçbir stres kalmaz, çünkü o kadar sık yapılır
olmuştur ki, hücreler onu otomatiğe almışlardır. Yani bilinç-altı otomatiğe
alınmış davranışlar topluluğudur. Her şeyi yeniden, sıfırdan başlayarak
öğrenmek, çok zaman ve emek gerektirir, ki buna hiçbir ömür yetmez. Bu nedenle,
“information & self-organisation” olarak özetlenen “bilgiye dayalı” oluşum
ve gelişim sisteminde, eskiden-önceden edinilmiş bilgilerin kopyalanarak
gelecek nesillere aktarılması temel bir prensiptir.
BİLİNÇ, o andaki arzular, beklentiler ve değerlendirmelere göre oluşturulur; yani o
andaki duruma uyan davranış şeklidir. Okul dönemi ve sonrası evrede çok daha az
etkili olanı ise edinilen bilgilere dayanırlar. “BİLİNÇ” sistemi verilerinin
davranışlarımıza etki oranı %05den azdır. Yani bizler %95 oranında BİLİNÇ-ALTI
sistemimizin etkisi altında davranmak zorundayız.
Halk tamamen
gerçeklerden habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir. Namus, ahlak
toplum hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için
gerekli davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak
kavramının temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön
planda yer alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik
günahkar olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli
hayat anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Devam edecek
sayfalarda, gelenek ve göreneklerimizin temellerinin dayanakları daha ayrıntılı
açıklandıktan sonra bu konu anlaşılır olacaktır. Biraz sabır!!!!!!!!!!!
Yani davranışlar zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir.
Bir fil küçükken ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu
davranış filin bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya
devam eder. İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların
davranışlarını aynen kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu
şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
(4.
bölüm)
her şeyin tepedeki bir “EFENDİ zümresine” bağlı olduğu ŞEKLİNDEKİ YAŞAM
anlayışı
Efendiler sınıfı,
surlarla çevrili bir merkezde yaşarlardı. Kulları ise, bu surların dışındaki
efendilere ait olan topraklarda çalışırlardı.
Peki insanlık nasıl
asil-soylu efendi-insanlar gibi özel bir insan grubunun olduğuna inanmıştı?
Bu inanç, Sümer kültürünün
bir mirasıdır. http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html
ve http://tanriyianlamak.blogspot.com/2017/06/sumerlerin-miraslari.html
dosyalarında
gösterildiği üzere, Sümer kültürü etkisi altında yetişen orta-doğu toplumları
şu zihniyet etkisindedirler:
1-
Doğadaki yaratıcılığın, insan-üstü ilahi varlıklara hizmet için, o ilahi
varlıklar tarafından, kendilerine benzer şekilde yaratıldığına
2-
İlahi soylu efendilerin zamanla
sıradan insanların güzel kızlarıyla evlenmeleri sonucu, ilahi özelliklerinin
kaybolmaya başlayıp, yarı-tanrısal insanlar oluştuğuna,
3-
Zamanla dünyada namus-ahlakın
bozulması sonucu, tanrıların NUH tufanı adı verilen bir felaketle tüm insanlığı
yok etmeye karar verdiklerine, vs. inanarak
yaşamaktadırlar.
Bu nedenle, daha sonraki nesillerce hazırlanan
hayat görüşlerinde bu temel zihniyetin izleri hep görülmektedir. Nitekim
Tevrat’ın yaratılış (tekvin) bölümünün 6. Bab, 2. Ve 4. Ayetleri şöyledir:
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.)
Yar.6: 2 İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. (Dip Not 6:2,4 "İlahi varlıklar": İbranice "Tanrı oğulları". Bunların melek ya da Şit soyundan gelen insanlar olduğu sanılıyor.)
Yar.6: 4 İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi. (Dip Not 6:4 "Nefiller": İbranice sözcük "Düşmüş kişiler" anlamına gelir. Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Aynı sözcük Say.13:32-33 ayetlerinde de geçer.)
Bu tür bir zihniyet
etkisi altında binlerce yıl yaşayan insanların gelenek-göreneklerine, “EFENDİ”
tipinde bir egemenlik kavramı oluşması normaldir.
Surlarla çevrili
mekanlarda EFENDİLER otururlar, çevrede onların arazilerinde kul sınıfı
insanlar efendilere hizmet için yaşarlar.
(5.
bölüm)
“Peygamberlik” Nedir?
Kraliyet, yani
Efendi-yönetici kadrosu ile kehanet (peygamberlik) arasında yakın bir ilişki
vardır. Peygamberlik konusundaki eski kaynaklar, krallık arşivlerinde
bulunurlar. Bu kaynaklar arasında Tunç devrinin önemli merkezlerinden biri olan
Mari (Suriye’deki Abu Kamal kasabasının 11 km kuzey-batısında, Fırat Nehri
kenarındaki antik yerleşim yeri) ve Irak’ın Musul kentinde bulunan antik
Nineveh kraliyet arşivleri en önemli çivi-yazılı tabletleri bulundururlar. Bu
kaynaklarda, kurban kesilmesi, dua edilmesi, tapınaklar yapılması, gibi, neler
yapılırsa tanrının kralı güçlü kılacağı gibi konular, mucizevi olaylar vs.
anlatılmaktadır.
Bu nedenle, kutsal
kitapların düzenlenmesi hep krallık makamlarında olmuştur. Örn. Tevrat birkaç
yüz yıl süren bir süreçte kraliyet saraylarında düzenlenmiştir. Bunu
destekleyen verileri aşağıda verilecek örneklerde göreceksiniz. Bu konuda tam
ayrıntılı bilgiler şu adrestedir: https://en.wikipedia.org/wiki/Dating_the_Bible#Table_I:_Chronological_overview.
İncil 325 yılında
İmparator Constantine tarafından İznik’te toplanan bir konsey tarafından
düzenlenmiştir.
Amaç, tepedeki
yöneticilerin yaptıkları işlerin doğadaki yaratıcı sistemle uyum içinde
olduğuna insanları inandırmaktır.
Kutsal kitaplar kesinlikle Efendiler saraylarında düzenlenmişlerdir.
Kralların mutlak
otoriter yönetici olduğu eski çağlarda, insanlığın tüm kaderi, kralın vereceği
kararlara bağlıydı. Krallar da, geleceğin nasıl olacağını bilemediklerinden,
kehanette bulunabilecek insanlara muhtaçlardı.
Krallar iki farklı kehanet yönteminden yararlanmışlardır:
Bunlardan birincisi “yorumlayıcı kehanet”tir:
Gökteki (yıldızlar, gezegenler) veya dünyadaki olaylar veya oluşumların
gidişatına bakarak ve geçmiş deneyimlerden yararlanarak gelecek hakkında
öngörülerde bulunmaya çalışılır.
Diğeri ise peygamberliktir: A prophet is someone
who acts as a ‘mouthpiece of a god’; a prophet is a human medium who is capable
of receiving and transmitting a message from a deity (Nissinen 2004). Peygamberlerin, tanrıdan bir mesaj alıp bunu insanlara
iletebilen, yani
“tanrının ağzı” gibi davranan kişiler
olduklarına inanılır.
Toplum yöneticileri (krallar vs.),
toplumsallaşmanın başlatıldığı 12-13 bin yıldan beri, bu iki yöntemi de
kullanmışlardır.
Toplumsallaşmanın nerede ve ne zaman
başlatıldığı http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html adresli makalede jeolojik ve antropolojik delilleriyle
açıklanmıştı. O makalede belirtildiği üzere, insanlar (Sümerler),
toplumsallaşmayı ilk başlattıkları “Dilmun – Cennet ülkesinden” bir günah
işledikleri için kovulduklarına, yaratıcının bu günah nedeniyle Nuh tufanı
olarak tarihe geçen olayla herkesi cezalandırdığına inanmışlardır. Oradan
kurtularak “İki-ırmak (Mezopotamya) ülkesine” gelen Sümerler, bu inancı tüm
çevre toplumlarına aşılamıştır.
Sümer gelenekleri altındaki Ur kentinde doğan
İbrahim (peygambere), Tanrısı şöyle der:
Bab12
RAB Avram'a, "Ülkeni, akrabalarını, baba
evini bırak, sana göstereceğim ülkeye git" dedi,
"Seni büyük bir ulus yapacağım, Seni
kutsayacak, sana ün kazandıracağım, Bereket kaynağı olacaksın.
Seni kutsayanları kutsayacak, Seni lanetleyeni
lanetleyeceğim. Yeryüzündeki bütün halklar Senin aracılığınla kutsanacak."
Avram RAB'bin buyurduğu gibi yola çıktı. Lut
da onunla birlikte gitti. Avram Harran'dan ayrıldığı zaman yetmiş beş
yaşındaydı. (Harran günümüzün Urfa
kentidir)
Karısı Saray'ı, yeğeni Lut'u, Harran'da
kazandıkları malları, edindikleri uşakları yanına alıp Kenan ülkesine doğru
yola çıktı. Oraya vardılar.
Avram ülke boyunca Şekem'deki More meşesine
kadar ilerledi. O günlerde orada Kenanlılar yaşıyordu.
RAB Avram'a görünerek, "Bu toprakları
senin soyuna vereceğim" dedi. Avram kendisine görünen RAB'be orada bir
sunak yaptı.
Ülkedeki şiddetli kıtlık yüzünden Avram geçici
bir süre için Mısır'a gitti.
(Bu olaylar M.Ö. 1900lerden sonra olur.)
Arkeolojik bulgular bölgenin Orta Tunç Çağında
(MÖ y. 2000-1500) ekilebilir olduğunu, tarım yapmaya yeterli tatlı su
kaynaklarının da bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle İbrahim peygamberin yeğeni ve ona inanan
ilk kişilerden biri olan Lut, Ölü-Deniz-Fay vadisindeki Sodom kenti yakınına
yerleşir.
Tevrat'da "günahkar bir toplum
olduklarından gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği", sadece inançlı olan
Lut’un kurtulduğu, ama karısı ve diğer insanların öldüğü yazılır. (Tekvin 19:
24- RAB Sodom ve Gomora'nın üzerine gökten ateşli kükürt yağdırdı). Jeolojik
açıdan bakınca, bu iki kentin (Sodom ve Gomorra), Orta-Tunç-Çağında meydana gelen
bir deprem ve ona eşlik eden volkanizma ile yok olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
bu kentler Dead-Sea-Rift = Ölü-Deniz-Yırtılma-Zonu denilen ve her birkaç
yüzyılda muazzam depremler ve o depremlere zaman zaman eşlik edebilen
volkanizmaların çok etkili olduğu bir yırtılma zonunda bulunmaktadır.
Aynı
şekilde, ölü Deniz Fay Zonunun, Ölü-deniz (Gölü) kuzeyindeki uzantısı üzerinde
yer alan Jericho kenti de, en eski yerleşim yerlerinden biridir ve tarihinde
bir çok defalar depremlerle yıkılmıştır. Aslen Kudüs doğumlu bir yahudi olan Amos Nur İsimli bir
yerbilimcinin 1992'de ıspatladığı üzere (National Geographlc Mayıs 1992), bu
kentin duvarları o zaman, Tevrat'ın Joshua 6. bölümünde İddia edildiği gibi,
lsrailoğulları askerlerinin ve din adamlarının borazanları ve asker
çığlıklarının etkisi ile değil, o zaman olmuş olan bir depremle yıkılmış, ve
Israil-oğulları da kenti kolayca ele geçirmişlerdir. Yani, yine burada, bu
doğal olay yanlış yorumlanmış, Allah'ın, Israil-oğullarının yanında yer aldığı
şeklinde halka yansıtılmıştır.
Bu olay
Tevrat’ın Joshua (veya Yeşu) bölümünde şöyle anlatılmıştır:
(Çok ayrıntıya girmemek için bazı satırlar çıkarılmıştır)
(Çok ayrıntıya girmemek için bazı satırlar çıkarılmıştır)
Yeşu.3: 1 Sabah
erkenden kalkan Yeşu, bütün İsrail halkıyla birlikte Şittim'den yola çıkıp
Şeria Irmağı'na kadar geldi. Irmağı geçmeden orada konakladılar.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.
Yeşu.3: 5 Yeşu halka, "Kendinizi kutsayın" dedi, "Çünkü RAB yarın aranızda mucizeler yaratacak."
Yeşu.3: 6 Yeşu kâhinlere, "Antlaşma Sandığı'nı yüklenip halkın önüne geçin" dedi. Böylece kâhinler sandığı yüklenip halkın önünde yürümeye başladılar.
Yeşu.3: 7 Bu arada RAB Yeşu'ya şöyle dedi: "Musa'yla birlikte olduğum gibi, seninle de birlikte olduğumu anlamaları için bugün seni bütün İsrail halkının gözünde yüceltmeye başlayacağım.
Yeşu.3: 11 Bütün yeryüzünün Egemeni'ne ait olan Antlaşma Sandığı, sizden önce Şeria Irmağı'nı geçecek.
Yeşu.3: 13 Bütün yeryüzünün Egemeni RAB'bin Antlaşma Sandığı'nı taşıyan kâhinlerin ayakları Şeria Irmağı'nın SULARINA DEĞER DEĞMEZ, YUKARIDAN AŞAĞIYA AKAN SULAR KESİLİP BİR YIĞIN HALİNDE BİRİKECEK."
Yeşu.3: 16 YUKARIDAN GELEN SULAR DURDU, çok uzaklarda, Saretan yakınında bulunan Adam Kenti'nde bir yığın halinde yükselmeye başladı. Öyle ki, Arava -Lut- Gölü'ne akan sular tümüyle kesildi. Halk Eriha'nın karşısından ırmağı geçti.
Yeşu.3: 17 RAB'BİN ANTLAŞMA SANDIĞI'NI TAŞIYAN KÂHİNLER, HALKIN TAMAMI IRMAĞI GEÇİNCEYE DEK KURUMUŞ IRMAK YATAĞININ ORTASINDA KIPIRDAMADAN DURDULAR. BÖYLECE BÜTÜN İSRAİL HALKI KURUMUŞ IRMAK YATAĞINDAN GEÇTİ.
Eriha'nın Düşüşü
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.
Yeşu.5: 13 Yeşu Eriha'nın yakınındaydı. Başını kaldırınca önünde kılıcını çekmiş bir adam gördü. Ona yaklaşarak, "Sen bizden misin, karşı taraftan mı?" diye sordu.
Yeşu.5: 14 Adam, "Hiçbiri" dedi, "Ben RAB'bin ordusunun komutanıyım. Şimdi geldim." O zaman Yeşu yüzüstü yere kapanıp ona tapındı. "Efendimin kuluna buyruğu nedir?" diye sordu.
Yeşu.5: 15 RAB'bin ordusunun komutanı, "Çarığını çıkar" dedi, "Çünkü bastığın yer kutsaldır." Yeşu söyleneni yaptı.
BÖLÜM 6
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.
Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.
Yeşu.6: 1 Eriha Kenti'nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı, ne de çıkan.
Yeşu.6: 2 RAB Yeşu'ya, "İşte Eriha'yı, kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum" dedi,
Yeşu.6: 3 "Siz savaşçılar, kentin çevresini günde bir kez olmak üzere altı gün dolanacaksınız.
Yeşu.6: 4 Koç boynuzundan yapılmış birer boru taşıyan yedi kâhin sandığın önünden gitsin. Yedinci gün kentin çevresini yedi kez dolanın; bu arada kâhinler borularını çalsınlar.
Yeşu.6: 5 Kâhinlerin koç boynuzu borularını uzun uzun çaldıklarını işittiğinizde, bütün halk yüksek sesle bağırsın. O zaman kentin surları çökecek ve herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girecek."
Yeşu.6: 7 Sonra halka, "Kalkın, kentin çevresini dolanmaya başlayın" dedi, "Silahlı öncüler RAB'bin Sandığı'nın önünden gitsin."
Yeşu.6: 9 Silahlı öncüler boru çalan kâhinlerin önünden, artçılar da sandığın arkasından ilerliyor, bu arada borular çalınıyordu.
Yeşu.6: 10 Yeşu halka şu buyruğu verdi: "Savaş naraları atmayın, sesinizi yükseltmeyin. 'Bağırın diyeceğim güne dek ağzınızdan tek bir söz çıkmasın. Buyruğumu duyunca bağırın."
Yeşu.6: 11 Halk RAB'bin Sandığı'yla birlikte kentin çevresini bir kez dolandı, sonra ordugaha dönüp geceyi orada geçirdi.
Yeşu.6: 12 Ertesi sabah Yeşu erkenden kalktı. Kâhinler de RAB'bin Sandığı'nı yüklendiler.
Yeşu.6: 13 Koç boynuzu borular taşıyan yedi kâhin RAB'bin Sandığı'nın önünde ilerliyor, bir yandan da borularını çalıyorlardı. Silahlı öncüler onların önünden gidiyor, artçılar da RAB'bin Sandığı'nı izliyordu. Bu arada borular sürekli çalınıyordu.
Yeşu.6: 14 Böylece ikinci gün de kentin çevresini bir kez dolanıp ordugaha döndüler. Aynı şeyi altı gün yinelediler.
Yeşu.6: 15 Yedinci gün erkenden, şafak sökerken kalkıp kentin çevresini aynı şekilde yedi kez dolandılar. Kentin çevresini yalnız o gün yedi kez dolandılar.
Yeşu.6: 16 Kâhinler yedinci turda borularını çalınca, Yeşu halka, "Bağırın! RAB kenti size verdi" dedi,
Yeşu.6: 18 Sakın RAB'be adanan herhangi bir şeye el sürmeyin. Adadığınız şeyleri alırsanız İsrail'in ordugahını felakete ve yıkıma sürüklersiniz.
Yeşu.6: 19 Bütün altınla gümüş, tunç* ve demir eşya RAB'be ayrılmıştır. Bunlar RAB'bin hazinesine girecek."
Yeşu.6: 20 Halk bağırmaya başladı, kâhinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. KENTİN SURLARI ÇÖKTÜ. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece kenti ele geçirdiler.
Yeşu.6: 21 Kadın erkek, genç yaşlı, küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek, kentte ne kadar canlı varsa, hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler.
Yeşu.6: 24 Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü, tunç ve demir eşyayı RAB'bin Tapınağı'nın hazinesine koydular.
Kutsal Kitaplardaki Tanrı, tam bir yönetici zihniyetiyle davranır; sadece kendisinin belirlediği kurallara göre davranacak kişileri, kavimleri seçer ve onların çıkarlarını korur, diğer tüm insanları düşman sayar ve yok edecek şekilde davranır. Yaratıcı-yönlendirici güç olarak tanımlanan TANRI kavramının Kutsal Kitaplarda böyle tanımlanması, tamamen “EFENDİ-KUL” ilişkili, yani statik sistemli toplum anlayışından kaynaklanır. Statik sistemli hayat görüşünde, güç-kuvvet, yönetme ve sahiplenme hakkı tepedeki bir Efendiler sınıfına aittir. Kutsal kitaplarda TANRI yerine RAB sözcüğü kullanılması da bu nedenledir; çünkü RAB = EFENDİ anlamındadır.
(6. bölüm)
Sümerler’e göre her topluma bir peygamber gönderilir:
Gerek çivi yazısı tabletlerde, gerek kutsal kitaplarda bu
konuda bir çok ayet bulunmaktadır. Tevrat’tan bir örnek:
2. KRALLAR
2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
2.Kr.1: 2 İsrail Kralı Ahazya Samiriye'de yaşadığı sarayın üst katındaki kafesli pencereden düşüp yaralandı. Habercilerine, "Gidin, Ekron ilahı Baalzevuv'a* danışın, yaralarımın iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenin" dedi.
2.Kr.1: 3 Ama RAB'bin meleği, Tişbeli İlyas'a şöyle dedi: "Kalk, Samiriye Kralı'nın habercilerini karşıla ve onlara de ki, 'İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmaya gidiyorsunuz?
2.Kr.1: 4 Kralınıza deyin ki, 'RAB, Yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin! diyor." Böylece İlyas oradan ayrıldı.
2.Kr.1: 5 Haberciler kralın yanına döndüler. Kral, "Neden geri döndünüz?" diye sordu.
2.Kr.1: 6 Şöyle karşılık verdiler: "Yolda bir adamla karşılaştık. Bize dedi ki, 'Gidin, sizi gönderen krala RAB şöyle diyor deyin: İsrail'de Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 7 Kral, "Sizi karşılayıp bu sözleri söyleyen nasıl bir adamdı?" diye sordu.
2.Kr.1: 8 "Üzerinde tüylü bir giysi, belinde deri bir kuşak vardı" diye yanıtladılar. Kral, "O Tişbeli İlyas'tır" dedi.
2.Kr.1: 9 Sonra bir komutanla birlikte elli adamını İlyas'a gönderdi. Komutan tepenin üstünde oturan İlyas'ın yanına çıkıp ona, "EyTanrı adamı, kral aşağı inmeni istiyor" dedi.
2.Kr.1: 10 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, şimdi göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 11 Bunun üzerine kral, İlyas'a başka bir komutanla birlikte elli adam daha gönderdi. Komutan İlyas'a, "Ey Tanrı adamı, kral hemen aşağı inmeni istiyor!" dedi.
2.Kr.1: 12 İlyas, "Eğer ben Tanrı adamıysam, göklerden ateş yağacak ve seninle birlikte elli adamını yok edecek!" diye karşılık verdi. O anda göklerden ateş yağdı, komutanla birlikte elli adamını yakıp yok etti.
2.Kr.1: 13 Kral üçüncü kez bir komutanla elli adam gönderdi. Üçüncükomutan çıkıp İlyas'ın önünde diz çöktü ve ona şöyle yalvardı: "Ey Tanrı adamı, lütfen bana ve adamlarıma acı, canımızı bağışla!
2.Kr.1: 14 Göklerden yağan ateş daha önce gelen iki komutanla ellişer adamını yakıp yok etti, ama lütfen bana acı."
2.Kr.1: 15 RAB'bin meleği, İlyas'a, "Onunla birlikte aşağı in, korkma" dedi. İlyas kalkıp komutanla birlikte kralın yanına gitti
2.Kr.1: 16 ve ona şöyle dedi: "RAB diyor ki, 'İsrail'de danışacak Tanrı yok mu ki Ekron ilahı Baalzevuv'a danışmak için haberciler gönderdin? Bu yüzden yattığın yataktan kalkamayacak, kesinlikle öleceksin!"
2.Kr.1: 17 RAB'bin İlyas aracılığıyla söylediği söz uyarınca Kral Ahazya öldü.
Her kente bir tanrı elçisi (peygamber) gönderilmesi
Sümerler zamanından beri yaygın bir inanç olarak, toplum hayatının kent
devletleri şeklinde sürdürüldüğü çağlarda yaygındır. Ve yukarıdaki ayetlerde bu
durum açıkça görülmektedir. Bir toplumun başına bir felaket gelmesi, o
toplumdaki insanların günah işledikleri için olur. Bazı kentlerde yaşam
standardının düşmesi, o kentin yöneticilerinin tanrının emirlerine uygun
davranmadıkları için tanrı tarafından bir cezalandırılması şeklinde
yorumlanmaktadır.
Kutsal Kitapların Tanrısı, doğa olaylarını kendi tuttuğu
kavimlerin çıkarlarına göre yorumlar. Birkaç yılda bir tekrarlanan çekirge
istilaları, bulaşıcı mikroplarla gerçekleşen toplu ölüm olayları vs. hep,
tanrının insanları cezalandırmaları şeklinde yorumlanır.
M.Ö. 701 yılında, Asur kiralı Sanherib, bir çok kenti ele geçirdikten
sonra, Kudüs'ü de kuşatır. Sanherib'in ordusu, Kudüs surları dışındaki bir
göletin kenarına kamp kurar. Elbette, göl ve kenarı, sivrisinek ve Plasmodium
gibi mikroplarla doludur. Yörede yaşayan halk zamanla bu mikroplara karşı
bağışıklık kazanmıştır. Ama bu mikroplarla hiç karşılaşmamış insanlar için bu
mikroplar ölümcül olabilirler.
Tevrat’ın ‘2. KRALLAR bölümünde bu
olay şu ayetlerle anlatılır:
2.Kr.19: 32 "Bundan dolayı RAB
Asur Kralı'na ilişkin şöyle diyor: 'Bu kente girmeyecek, ok atmayacak. Kente
kalkanla yaklaşmayacak, Karşısında rampa kurmayacak.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.
2.Kr.19: 33 Geldiği yoldan dönecek ve kente girmeyecek diyor RAB,
2.Kr.19: 34 'Kendim için ve kulum Davut'un hatırı için Bu kenti savunup kurtaracağım diyor."
2.Kr.19: 35 O gece RAB'bin meleği gidip Asur ordugahında 185.000 kişiyi öldürdü. Ertesi sabah uyananlar salt cesetlerle karşılaştılar.
2.Kr.19: 36 Bunun üzerine Asur Kralı Sanherib ordugahını bırakıp çekildi. Ninova'ya döndü ve orada kaldı.
Yani vurgulamak ve üzerinde durmak istediğim nokta şudur: 1-2 asır öncesine
kadar tüm toplumlar bir kral veya sultan gibi tepedeki bir efendi tarafından
yönetilirlerdi. Halkın pasif kılıp, efendilerinin istekleri doğrultusunda
davranmaları için, doğadaki yaratıcı gücün, peygamber denilen kişilerce
insanlara kutsal kitaplarla mesajlar gönderdikleri ve bu mesajlara uyarak
yaşarlarsa, öteki dünya gibi yerde ölümden sonra ebedi ve mutlu şekilde
yaşayacakları bilgisi aşılanarak, birer robot gibi pasif davranmaları
sağlanıyordu.
Günümüzde de bu mekanizma aynı şekilde işletilmektedir. Halk pasif
kalmakta, yasa ve yönetmeliklerin tepedekiler-saraylardakiler tarafından
oluşturulmasını kabul etmektedir. Tepedekiler de, halkın ürünleri
ve-emekleriyle oluşan gücü kullanarak, insanları istedikleri şekilde
yönetmektedirler. Ve bu sömürü düzenin temeli, doğadaki
yaratıcılık-yönlendiricilik gücünün, doğal içgüdü sistemiyle, varlıkların kendi
içlerinde olduğunun bilinmemesidir.
Kutsal kitap bilgilerine bakıldığında ise, böyle özelliklere sahip
kişilerin hep Sami ırkı mensupları arasından çıktıkları fark edilir. Günümüzde
bu durum aynen devam etmektedir. Para-Siyaset-Din kıskacına alınan insanlık,
yaratıcılık kavramının tamamen yanlış tanıtılması ve bu yanlış hayat görüşünün
dinsel-kutsal-bir görüş olarak geleneklere işlenmesi sonucu tüm çocuklar doğar
doğamaz bu gelenekler nedeniyle statik sistemli hayat görüşü ile
şartlandırılmakta ve artık ondan sonra mantıklı düşünemeyen zombi insanlar
olarak toplumlarda yer almaktadırlar.
(7. bölüm)
EFENDİLER neden
insanlığı kutuplaştırmıştır?
İbrahim peygamberin tanrısı (efendisi = Rab) ona şöyle der:
Bab 17
Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar
boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı
olacağım.
Tanrı İbrahim'e, "Sen ve soyun kuşaklar
boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız" dedi,
"Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın
koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek. Sünnet aramızdaki
antlaşmanın belirtisi olacak.
İbrahim peygamberin karısı Sara’dan olan İshak ve cariyesi Hacer’den olan
İsmail adında iki oğlu vardır. Bu nedenle bu iki oğlunun soyundan gelenler
sünnet olurlar. (Biz Türkler acaba neden sünnet oluyoruz?)
İshak’ın ve İsmail’in bir çok oğlu olur.
İshak’ın oğullarından biri olan Yakup’un tanrısı ona şöyle der:
Bab 35,
1.
10-"Sana Yakup
diyorlar, ama bundan böyle adın Yakup değil, İsrail olacak" diyerek onun
adını İsrail koydu.
2.
11-"Ben Her Şeye
Gücü Yeten Tanrı'yım" dedi, "Verimli ol, çoğal. Senden bir ulus ve
uluslar topluluğu doğacak. Kralların atası olacaksın.
3.
12-İbrahim'e, İshak'a
verdiğim toprakları sana verecek, senden sonra da soyuna bağışlayacağım."
Bu şekilde İsrail-oğulları kavramı ortaya
çıkmış olur. Yakub’un bir çok oğlu vardır, ama o en çok küçük oğullarından
Yusuf’u sever. Diğer kardeşler onu kıskandıklarından, Yusuf’’u köle olarak
satarlar ve Yusuf bir Mısır’lı bir ağanın yanına alınır. Yusuf’un İsrail-oğullarının
tanrısıyla arası iyi olduğundan, tanrısı ona rüya yorumlamak gibi özel yetenek
vermiştir. Mısır’da bir çok kişinin ve bu arada Firavun’un rüyasını çok iyi
yorumlar, bu yorum neticesinde Mısır’da nüfuzu çok artar, hatta Firavun bir çok
yetkisini ona devreder.
Yakup zamanında da ülkesinde kıtlık olur, ve
Yakup, oğullarını tahıl almaları için Mısır’a gönderir. Mısır’da çok yetkili
olan Yusuf, kardeşlerine kendisini tanıtmadan, onlara tahıl verir ve geri
gönderir, vs.
Olaylar bu şekilde sürerken, Yakub’un yaşadığı
yerde kıtlık devam eder. Ve bir gün tanrısı Yakub’a şöyle seslenir:
Bab 46
O gece Tanrı bir görümde İsrail'e,
"Yakup, Yakup!" diye Seslendi. Yakup, "Buradayım" diye
yanıtladı.
Tanrı, "Ben Tanrı'yım, babanın
Tanrısı" dedi, "Mısır'a gitmekten çekinme. Soyunu orada büyük bir
ulus yapacağım.
Seninle birlikte Mısır'a gelecek, soyunu bu
ülkeye geri getireceğim. Senin gözlerini Yusuf'un elleri kapayacak."
Bab 47
Yusuf gidip firavuna, "Babamla kardeşlerim
davarları, sığırları ve bütün eşyalarıyla Kenan ülkesinden geldiler" diye
haber verdi, "Şu anda Goşen bölgesindeler."
Sonra kardeşlerinden beşini seçerek firavunun
huzuruna çıkardı.
Firavun Yusuf'un kardeşlerine, "Ne iş
yapıyorsunuz?" diye sordu. "Biz kulların atalarımız gibi
çobanız" diye yanıtladılar,
"Bu ülkeye geçici bir süre için geldik.
Çünkü Kenan ülkesinde şiddetli kıtlık var. Davarlarımız için otlak bulamıyoruz.
İzin ver, Goşen bölgesine yerleşelim."
Firavun Yusuf'a, "Babanla kardeşlerin
yanına geldiler" dedi,
"Mısır ülkesi senin sayılır. Onları
ülkenin en iyi yerine yerleştir. Goşen bölgesine yerleşsinler. Sence aralarında
becerikli olanlar varsa, davarlarıma bakmakla görevlendir."
Bu şekilde Yakup ve
sülalesi Mısır’a göç etmiş olur. Yakup yaşlanıp ölünce, onu alıp, Kenan
bölgesindeki kendisin satın aldığı yere gömerler ve tekrar Mısır’ dönerler.
İsrail oğulları Mısır’da çok çoğalırlar, dolayısıyla zamanla Mısır’lılarla
aralarında çekişmeler başlar, İsrail oğullarına kötü muamele yaygınlaşır
Çık.1: 6 Zamanla Yusuf, kardeşleri ve o
kuşağın hepsi öldü.
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Çık.1: 7 Ama soyları arttı; üreyip çoğaldılar, gittikçe büyüdüler, ülke onlarla dolup taştı.
Çık.1: 8 Sonra Yusuf hakkında bilgisi olmayan yeni bir kral Mısır'da tahta çıktı.
Çık.1: 9 Halkına, "Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok" dedi,
Çık.1: 10 "Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler."
Çık.1: 11 Böylece Mısırlılar İsrailliler'in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.
Çık.1: 12 Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak
Çık.1: 13 İsrailliler'i amansızca çalıştırdılar.
Çık.1: 14 Her türlü tarla işi, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerle yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.
Çık.1: 15 Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:
Çık.1: 16 "İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyibakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın."
Bu şekilde
İsrailoğullarının erkek çocukları öldürülmeye başlanır. Ama bu erkek
çocuklardan birini öldürülmeyip, bir sepete konarak Nil nehrine bırakılır. Musa
böyle bir çocuklukla hayata başlar. Neyse Musa büyür. Şimdi Tevrat’tan
ayetlerle devam edelim:
BÖLÜM 3
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:1 Musa kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro'nun sürüsünü güdüyordu. Sürüyü çölün batısına sürdü ve Tanrı Dağı'na, Horev'e vardı.
Çık.3:2 RAB'bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor.
Çık.3:3 "Çok garip" diye düşündü, "Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!"
Çık.3:4 RAB Tanrı Musa'nın yaklaştığını görünce, çalının içinden,"Musa, Musa!" diye seslendi. Musa, "Buyur!" diye yanıtladı.
Çık.3:5 Tanrı, "Fazla yaklaşma" dedi, "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır.
Çık.3:6 Ben babanın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı'yım." Musa yüzünü kapadı, çünkü Tanrı'ya bakmaya korkuyordu.
Çık.3:7 RAB, "Halkımın Mısır'da çektiği sıkıntıyı yakından gördüm" dedi, "Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.
Çık.3:8 Bu yüzden onları Mısırlılar'ın elinden kurtarmak için geldim. O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit*, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.
Çık.3:9 İsrailliler'in feryadı bana erişti. Mısırlılar'ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.
Çık.3:10 Şimdi gel, halkım İsrail'i Mısır'dan çıkarmak için seni firavuna göndereyim."
Çık.3:11 Musa, "Ben kimim ki firavuna gidip İsrailliler'i Mısır'dan çıkarayım?" diye karşılık verdi.
Çık.3:12 Tanrı, "Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım" dedi, "Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır'dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapınacaksınız."
Çık.3:13 Musa şöyle karşılık verdi: "İsrailliler'e gidip, 'Beni size atalarınızın Tanrısı gönderdi' dersem, 'Adı nedir?' diye sorabilirler. O zaman ne diyeyim?"
Çık.3:14 Tanrı, "Ben Ben'im" dedi, "İsrailliler'e de ki, 'Beni size Ben Ben'im diyen gönderdi.'
Çık.3:15 "İsrailliler'e de ki, 'Beni size atalarınızın Tanrısı, İbrahim'in Tanrısı, İshak'ın Tanrısı ve Yakup'un Tanrısı RAB*fc* gönderdi.' Sonsuza dek adım bu olacak. Kuşaklar boyunca böyle anılacağım.
Çık.3:16 Git, İsrail ileri gelenlerini topla,
onlara şöyle de: 'Atalarınız İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB bana
görünerek şunları söyledi: Sizinle ve Mısır'da size yapılanlarla yakından ilgileniyorum.
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlılar'ı soyacaksınız."
Çık.3:17 Söz verdim, sizi Mısır'da çektiğiniz sıkıntıdan kurtaracağım; Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına, süt ve bal akan ülkeye götüreceğim.'
Çık.3:18 "İsrail ileri gelenleri seni dinleyecekler. Sonra birlikte Mısır Kralı'na gidip, 'İbraniler'in Tanrısı RAB bizimle görüştü' diyeceksiniz, 'Şimdi izin ver, Tanrımız RAB'be kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım.'
Çık.3:19 Ama biliyorum, güçlü bir el zorlamadıkça Mısır Kralı gitmenize izin vermeyecek.
Çık.3:20 Elimi uzatacak ve aralarında şaşılası işler yaparak Mısır'ı cezalandıracağım. O zaman sizi salıverecek.
Çık.3:21 "Halkımın Mısırlılar'ın gözünde lütuf bulmasını sağlayacağım. Gittiğinizde eli boş gitmeyeceksiniz.
Çık.3:22 Her kadın Mısırlı komşusundan ya da konuğundan altın ve gümüş takılar, giysiler isteyecek. Oğullarınızı, kızlarınızı bunlarla süsleyeceksiniz. Mısırlılar'ı soyacaksınız."
Rab Musa'ya Belirtiler
Gösteriyor
BÖLÜM 4
Çık.4: 1 Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?"
Çık.4: 2 RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
Çık.4: 3 RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
Çık.4: 4 RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
Çık.4: 5 RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
Çık.4: 6 Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
Çık.4: 7 RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.
Çık.4: 8 RAB, "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler" dedi,
Çık.4: 9 "Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek."
Çık.4: 10 Musa RAB'be, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim."
Çık.4: 11 RAB, "Kim ağız verdi insana?" dedi, "İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?
Çık.4: 12 Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim."
Çık.4: 13 Musa, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ne olur, benim yerime başkasını gönder."
Çık.4: 14 RAB Musa'ya öfkelendi ve, "Ağabeyin Levili Harun var ya!" dedi, "Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.
Çık.4: 15 Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.
Çık.4: 16 O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sende onun için Tanrı gibi olacaksın.
Çık.4: 17 Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin."
BÖLÜM 4
Çık.4: 1 Musa, "Ya bana inanmazlarsa?" dedi, "Sözümü dinlemez, 'RAB sana görünmedi' derlerse, ne olacak?"
Çık.4: 2 RAB, "Elinde ne var?" diye sordu. Musa, "Değnek" diye yanıtladı.
Çık.4: 3 RAB, "Onu yere at" dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.
Çık.4: 4 RAB, "Elini uzat, kuyruğundan tut" dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.
Çık.4: 5 RAB, "Bunu yap ki, ataları İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un Tanrısı RAB'bin sana göründüğüne inansınlar" dedi.
Çık.4: 6 Sonra, "Elini koynuna koy" dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.
Çık.4: 7 RAB, "Elini yine koynuna koy" dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.
Çık.4: 8 RAB, "Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler" dedi,
Çık.4: 9 "Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil'den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek."
Çık.4: 10 Musa RAB'be, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk biriyim."
Çık.4: 11 RAB, "Kim ağız verdi insana?" dedi, "İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?
Çık.4: 12 Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim."
Çık.4: 13 Musa, "Aman, ya Rab!" dedi, "Ne olur, benim yerime başkasını gönder."
Çık.4: 14 RAB Musa'ya öfkelendi ve, "Ağabeyin Levili Harun var ya!" dedi, "Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.
Çık.4: 15 Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.
Çık.4: 16 O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sende onun için Tanrı gibi olacaksın.
Çık.4: 17 Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin."
İşte olaylar böyle devam ederken, Santorini volkanı patlaması olur ve
tsunami dalgaları Mısır’ın düz sahil ovalarındaki Firavun askerlerini ve
yandaşların öldürür. Goşen adlı biraz daha yüksek yerlerde yaşayan
İsrailoğulları da kaçarak Sina bölgesine geçerler.
Tevrat’tan aktarılan pasajlarda görüldüğü üzere, Tevrat
Musa Peygamber’e vahiyle gelen bir ilahi mesaj değil, farklı zamanlarda, farklı
peygamberlere geldiği öne sürülen mesajlardan oluşmuştur. Dolayısıyla, çok
sonraları kraliyet mensupları tarafından derlenmiş, eski menkıbelerden
oluşmuştur.
İlk kutsal kitaptan önce, İbrahim peygamber, Tanrısı tarafından seçilir ve soyu
kutsal ilan edilir. Ondan sonra onun soyundan gelenler arasından peygamberler
seçilirler ve onlara, Sina yarım-adasından Orta-Anadolu’ya kadar uzanan bir
alanın “vaat edilen topraklar” olarak onlara sunulduğu ve kendilerinin
soylarından gelecek insanlara tahsis edildiği şeklinde bir ilahi taahhüt
yapılır. O topraklarda yaşayan insanlar, İbrahim’in soyundan olmadıklarından,
onlarla savaşılıp, yok edileceklerdir; İbrahim’in tanrısı da, bu savaşlarda
kendi kullarına yardım edecektir. Kutsal kitaplar bu temel inanç felsefesine
dayanır.
Kutsal Kitaplarda İsrail-oğulları seçilmiş ırk olarak
belirlenmiştir. Bu ırkçılık ve dinsel ayrımcılık oluşmasının, dolayısıyla
toplumlar arası savaşların temel nedenidir.
(8.
bölüm)
Neden peygamberli sistemden önce hızlı bir gelişme vardı?
Animizm – paganizm gibi inançlar, yorumlamalı kehanete
dayalıdır. Hele animizm, doğayı canlı kabul eder, ki dinamik sistemle bu açıdan
tam uyumludur. Bu inançlar putperestlik diye hor görülmüştür. Halbuki put
denilen şey, doğadaki bir tür enerji kaynağını temsil eder ve doğada da enerji
çeşitli sistemlerde depolanmıştır.
Bir şaman öğretisi
şöyle der: "Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu
içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay
kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Toprak kendisi için
doğurmaz. Rüzgar kendisi için esmez. Bulutlar kendi yağmurlarından
ıslanmaz. Doğanın anayasasında ilk madde şudur: Her şey birbiri için
yaşar. Birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur. Eski çağlardan süre gelen bir
anlayıştı bu. Bütünlüğü anlatırdı, özü iki cümleydi; Ben, biz olduğumuz zaman
ben olurum; Ben, ben olduğum için sen, sensin..."
Halbuki statik (yani peygamberli) sistem tüm enerji ve bilginin
varlıkların dışında olduğunu ve varlıklar arası etkileşimlerle değil,
varlıkların dışındaki bir merkezden yönlendirildiğini savunur. Dolayısıyla
peygamberlikten önceki dönem insanları, dinamik sistemin temeli olan karşılıklı
etkileşime ağırlık verip, tepeden birilerinden bir emir-yönlendirme almadan
yaşamı gerçekleştirmeye çalıştıklarından, başarılı olmuşlar ve şekilde mavi-hat
boyunca geçekleşen ürünleri yaparak, insanlık kültürünün gelişmesinin ilk ve en
temel adımlarını atmışlar ve hızlı bir üstel gelişim içine sokmuşlardır.
İnsanlığın hızlı bir şekilde devam eden kültürel gelişim
yolundan saptırılarak, gecikmeli şekilde yaşamaya devam etmesinin nedeni,
statik sistemli, dogmatik bir görüş etkisi içine sokulmuş olmasıdır. Yaklaşık
3500 yıl öncelerine kadar insanlık, paganizm tipli yorumlayıcı öngörüler
oluşturmaya dayalı bir düşünce tarzıyla yaşarken, o tarihte, yukarıda açıklanan
olaylar nedeniyle peygamberli sistem etkisi altına girmiştir. Dolayısıyla, daha
önceleri dinamik sisteme yakın ve dogmatik olmayan bir tarzda düşünürken, artık
tamamen statik sistemli, tepeye bağımlılık sistemi içine girilmiştir. Bu ise
insanların pasif kalıp, her şeyi tepedeki birilerinden bekleyen bir toplum
oluşturulmasına dönüştürmüştür. Bu durum batı-aleminde Rönesans ve reform
sistemiyle kısmen düzeltilmiş ve batı aleminin bilim ve teknolojide
ilerlemesinin yolunu açmıştır. Ama diğer katı dogmatik ve otoriter sistemler
içinde yaşayan toplumlarda bir reform yapılmadığından, onlar batı-dünyasının
sömürüsü altında yaşamaya devam etmektedirler.
(9.
bölüm)
İnsanların bencil, kendini beğenmiş olmasının temel nedeni
Günümüz insanlığının en büyük hatası, kendisini diğer
canlılardan çok farklı ve üstün görmesidir, ki buna arrogance=kendini
beğenmişlik denir. İnsan kendisinin “özgür bir iradeye” sahip olduğu, diğer
varlıkların ise, iç-güdüsel davrandığı şeklinde bir inanç içindedir. Bu nedenle
de kendisini çok özel bir şey sanır. Kendini beğenmişlik, her alanda kendini
gösterir, ırkçılık denilen toplumsal birlik ve bütünlüğü zedeleyici faktörün
temelinde de vardır, doğadaki canlıları “hayvan” diye aşağılayıcı bir terimle
belirleyip, kendisini “insan” diye üstün bir sınıf olarak görmesinin temelinde
de bu kendini beğenmişlik vardır.
Şöyle ki:
Doğada bir şeyin yapılması için mutlaka enerji gerekir.
Zamanın oluşum aşamaları da, evrensel sistemimiz başlangıcında her şeyin
parçalarına ayrılmış ve enerjiye dönüşmüş olduğunu gösteriyor, bak: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Çok kısa ömürlü ve çok hareketli kuantsal öğelerden
oluşan bu enerji alemini 138 birimli bir temel sistem olarak düşünürsek, bu 138
birimin 137 birimi “strong-force = güçlü-kuvvet” adı verilen bir etkileşim
sistemine tahsis edilmiştir. Geriye sadece 1 birimlik enerji kalmıştır ve
bizlerin hayatı, ilişkileri vs. sadece bu BİR birimlik kalıntı ile
sürdürülmektedir. Doğayı etkileyen-yönlendiren kuvvet sistemlerinin oranı 1/137
olmaktadır. 137 kat etkili olan kuvvet, hücrelerimizdeki atomların çekirdekleri
içinde proton ve nötronları bir arada tutan kuvvettir, diğer 1 değerindeki oran
ise, tüm diğer olaylarda kullanılan enerji miktarına denk gelir. Pozitif-yüklü
protonların birbirlerini itmeden bir arada bulunabilmeleri gluon denilen bu
güçlü etkileşim faktörü sayesinde olmaktadır.
Bu zıtlığı neden
belirtmek istediğime gelince:
Bir şeyi yapan-yönlendiren-etkileyen temel faktör
enerjidir. Enerjinin %99.3 lük kısmı içlerimizdeki atomların çekirdeklerinde
bulunur. Elektromanyetik kuvvet, yerçekimi gibi faktörlere kalan enerji oranı
ise sadece binde 7 kadardır. Ve bu binde 7lik enerjinin yine en büyük kısmı
bedenimiz içindeki elektromanyetik etkileşimlerdedir. Yani gerek biz
insanların, gerek tüm diğer varlıkların davranışlarında etkili olan enerji,
içsel kökenidir. Dışarıdan etkileyen enerji miktarı sıfır denilecek kadar
azdır. Dolayısıyla iç-güdü denilen faktör doğadaki en etkileyici kuvvet türüdür
ve içsel kökenidir; onun için adı İÇGÜDÜ olmuştur. Varlıkların
davranışlarını, kimyasal bileşimleri belirler ve her varlık kimyasal bileşimine
uygun bir iç-güdüye sahiptir. Dolayısıyla iç-güdü en doğal yönlendirici
faktördür.
Bedenlerimiz içindeki atomlar birer kaynayan kazandırlar.
Her saniye milyarlarca defa enerji-dönüşümleri gerçekleştirirler ve her
dönüşümde elektron, pozitron, nötrino gibi atom-altı-öğeler çevrelerine
yayarlar. Bu atom-altı-öğelerin bir kısmı beden içindeki diğer atomlarla
etkileşime girip, onların davranışlarını değiştirirken, nötrinolar beden dışına
çıkıp, çevreyle etkileşime geçerler. Doğadaki diğer varlıklardan yayılan
nötrinolar da bedenlerimize girerler ve bedenimizdeki atom-altı-öğelerle
etkileşirler. Yani doğadaki tüm varlıklar sürekli bir karşılıklı etkileşim
içindedirler, ve bu etkileşimlerdeki tetikleyici güç, hep varlıkların kendi
içlerinden başlar.
İç-güdü doğadaki
her varlıkta bulunur. Yalnız olduklarında çok hareketli olmak zorunda olan
atomların birleşerek bir molekül oluşturmaları içgüdüseldir; moleküllerin
sıcaklık-basınç faktörlerini algılayarak bir yöne göçleri ve bir akıntı
oluşturmaları içgüdüseldir; bir su damlasının sıcaklık arttığında buharlaşması,
sıcaklık düştüğünde donması da içgüdüsel bir davranıştır; kurumaya başlayan bir
meyvenin içindeki atomların oranlarının değişmesi de içgüdüseldir; bir toprağa
düşen bir tohumun, nem ve sıcaklık değişimlerine uyarak filizlenmeye başlaması
da bir iç-güdüsel davranıştır.
Tüm varlıklarda mevcut İçsel-dürtüler, varlıkların bilgi
ve bilinçle hareket ederek ve olasılık hesaplarına göre işlem yaparak, sürekli
bir değişim-dönüşüm içinde olmalarını gerektirmektedir. Ama bizler, arroganz
nedeniyle bilgi-ve bilincin, sadece insan ve insan-üstü sistemlerde olduğu
şeklinde bir görüşe saplanınca, yanlış yorumlamalar bir-birini izlemeye başlar.
Einstein’ın “Allah zar atmaz” cümlesi bu yanlış yorumların başında yer alır.
Atom-altı-öğeler aleminin oluşturduğu kuantsal canlılar,
bilgi ve bilinç sahibidirler. Hep daha ergonomik üst-sistem oluşturucu yönde,
kimyasal bileşimleri değiştirerek yeni varlıklar oluşturmuşlardır. Bu yeni
oluşturulan varlıklar da, yine bilgi ve bilinçli şekilde daha rahat yaşam
sistemleri oluşturacak şekilde bir davranış içinde olmuşlardır. Bizlerin
iç-güdü dediğimiz davranışın temelinde, otomatiğe alınmış geçmiş hayat
döneminden kalma eski-öğrenilmiş-bilgiler yer alırlar.
Kuantlar alemi öğeleri, doğum-ölüm döngüleri olan CANLI
VARLIKLARdır; Her yaşamdan -bir salınım döngüsünden- sonra tekrar doğarlar.
Kuantlar aleminde katı, sabit, değişmeyen hiçbir şey yoktur; sürekli bir
değişim-dönüşüm döngüsü söz konusudur. Hücrelerimiz içindeki atomların içleri
kaynayan kazanlar gibidir, kuantsal canlılar onların içlerinde sürekli devinim
içindedirler ve hücredeki-bedendeki değişimleri algılayarak, hücrenin,
dolayısıyla bedenin çevreye uyumunda en aktif görevi yerine getirirler.
Bedenlerimiz ortalama 70-80 yıllık bir ömür döngüsüne
sahiptir. Ama o bedeni oluşturan hücrelerin ömür döngüleri, günler veya aylarla
sınırlıdır; mide zarı hücreleri 2 günlük; bağırsak çevresi hücreleri 3-4
günlük, derimizi oluşturan hücreler 2-3 haftalık, kan hücreleri yaklaşık 1
aylık, karaciğer ve pankreas hücreleri yaklaşık 1 yıllık bir ömre sahiptirler.
En uzun ömürlü hücrelerimiz, yaklaşık 10 yıllık bir ömre sahip olan
kemik-hücreleridir. Yani bizler bir hücreler kolonisi olarak 70-80 yıl
yaşarken, bedenimizi oluşturan hücreler defalarca doğup-ölmektedirler.
Hücreleri oluşturan moleküllerin ömürleri ise çok ama çok
daha kısadır: Moleküllerin ömürleri, dakikalık – saatlik sürelerle belirlenir.
Molekülleri ve atomları oluşturan atom-altı-öğelerin
ömürleri ise çok ama çok daha kısadır: saniyenin milyarlarda biri kadar kısa
bir süreç!
Zaman kavramı, kuantsal canlılıkla başlayıp,
evrimleşip-gelişen bir değişim-dönüşüm döngüsüdür. Yukarıdaki paragraflarda
gösterildiği üzere, kuantsal canlılar evrensel sistemin başlangıç
noktasıdırlar.
Anlaşılacağı üzere, Zaman, doğal sistemin yaratılış
öyküsüdür. Tanrı doğayı yaratan olarak tanımlanmıştır. Doğanın nasıl
yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla gösterildiğinden, TANRI kavramı da artık
anlaşılır olmuştur.
Doğada her varlık enerjisini-besinini iç-bileşenlerinden
alır: Bedenler
enerjilerini hücrelerinden; hücreler moleküllerden; moleküller atomlardan;
atomlarda kuantsal sistemden alırlar. Hiçbir üst-sistemde, yani tepede
(yöneticilerde), bir enerji veya besleyici özellik yoktur.
(10.
bölüm)
Halbuki
insanlık asırlardır, doğa ve dünyanın tepedeki bir doğa-üstü-güç sistemiyle
oluşturulup, yönetildiği bilgisiyle yetiştirilmektedir.
Statik Sistem
İnsanlara
asırlardır şekilde özetlenen türde bir doğal-oluşum modeli belletilmektedir. Bu
oluşum modelinde yaratıcı sabit ve değişmezdir. Yaratma-yapma gücü bu değişmez
varlığa aittir.
Tepedekilerde
güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi yanlış tanıtarak, zihinsel
bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi yapmaktalar. Zombiler ise kolayca
kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu bebeklik-çocukluk evresinde
gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak dinsel bilgiler verilmekte ve
bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların doğruluğundan asla şüphe
edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde cehennem ateşinde
yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi kesinlikle tepedeki
birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için, onlar tarafından ortaya
konulmuştur.
Doğada
karşılıklı etkileşime dayanmayan hiçbir şey yoktur. Zaman kavramının
aydınlatılması bu konuya kesin bir açıklık getirmiştir. Toplum oluşturma görevi
biz insanların görevidir. Yani hiç kimse, “ben senin görüşüne katılmıyorum, Sen
kendi yoluna, ben kendi yoluma” deme lüksüne sahip değildir, çünkü hepimiz aynı
“gemideyiz, ve bu gemi batarsa, hepimiz batarız.”
Şimdi Kutsal Kitap verileriyle “kendini beğenmişlik- arrogans arası bir
bağlantı vardır ve şöyledir.
Kutsal kitaplardan bu konuyla ilgili önemli ayetleri görelim:
1. Bab:
Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece
insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu.
Onları kutsayarak, "Verimli olun,
çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki
balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.
Yeryüzündeki bütün canlılar, denizdeki bütün
balıklar sizin yönetiminize verilmiştir. Bütün canlılar size yiyecek olacak.
Yeşil bitkiler gibi, hepsini size veriyorum
Bu ayetlerin insan davranışına etkisi: İnsan sadece kendisinin bilgili ve
bilinçli olduğuna inanır, diğer canlıları bilinçsiz kabul eder; yeryüzünde
diğer canlılara karşı her türlü acımasızlığı yapar, doğal, ekolojik dengenin
bozulmasının temel suçlusu olur.
Kutsal Kitapların doğa dünyanın yaratılışı ve işleyişi hakkındaki
görüşleri, yukarıda açıklandığı ve de şekilde özetlendiği gibidir.
(11.
bölüm)
Kuantsal yaratıcılık (dinamik
sistem)
Günümüz doğa-bilimsel verilerine göre doğa ve dünyamız nasıl
oluşturulup, yönlendirilmektedir?
Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür.
Ve bu öykü yeryuvarı arşivlerinde kayıtlıdır. Bak. http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html
Tanrı
veya doğa-üstü-güç doğayı yaratan veya oluşturan olarak tanımlandığına göre,
doğanın nasıl yaratıldığı zaman kavramının açıklığa kavuşturulmasıyla
gösterildiğinden, TANRI kavramı (veya evrimcilerin doğal seçicisi) de artık
anlaşılır olmuştur ve şu durum ortaya çıkmıştır:
Doğa sürekli değişim-dönüşüm içindedir. Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Doğal sistemin yaratıcısı olan kuantsal
canlılar dahil, her şey sürekli bir değişim-dönüşüm döngüsü içindedirler.
(12.
bölüm)
DİNAMİK SİSTEM olasılık hesaplarına göre işletilir.
Doğada dinamik
sistem geçerlidir. Ve dinamik sistemde yaratma-oluşturma görevi en tabandaki
atom-altı-öğelere, yani kuantsal-sisteme aittir. Kuantsal sistem canlıdır ve
şekilde gösterilen temel özelliklere sahiptirler.
Bu özellikleri yanında kuantsal sistemin şu
özelliğini de mutlaka bilmemiz gerekir:
Kuantsal sistemde kesinlik yoktur, her şey olabilir.
Şimdi
atom-altı-öğelerle yapılan bir başka “2-seçenekli” ( 2 yarık değil de 2 küçük
delik) deneyi göstererek, onların bilinçli mi yoksa robot gibi mi
davrandıklarını görelim.
Şekilde görüldüğü
gibi bir deney hazırlanır. (S) noktasına bir kaynak ve (5) noktasına
da bir detektör (D) yerleştirilir. Aralarındaki perde üzerinde de (A) noktasına
bir delik açılır.
Deliğin boyutu,
(S)deki kaynaktan 100 öge gönderildiğinde, delikten sadece bir öge geçebilecek
şekilde ayarlanır.
Aynı boyutta ikinci
bir delik (B), biraz daha aşağıdaki bir noktada açılır. (A) deliği
kapatıldığında, (B) deliğinden de, gönderilen 100 ögeden sadece bir
tanesinin geçtiği doğrulanır.
Her iki delik
birlikte açık tutulduğunda ise, normal bir mantığa göre, gönderilen 100 ögeden
2 tanesinin geçmesi ve detektörden 2 kayıt işareti alınması
beklenir. … Ama gerçekte durum hiç de böyle olmamaktadır.
Daha önce mutlaka
bir öge kaydeden detektörün, (şekilde gösterilen (5) konumunda) artık hiç öge
algılamadığı görülür.
Detektörün konumu
kaydırıldıkça öge algılamaya başladığı fark edilir. Örneğin (1) nolu konumda
dört tane algılarken, (2)ye doğru kaydırıldıkça bu sayının gittikçe düştüğü ve
sıfır olduğu saptanır.
Bu değişimin hangi
kurala göre olduğu araştırıldığında ise, ögelerin şöyle bir olasılık hesabı
yaparak davranışlarını belirledikleri ortaya çıkmaktadır.
İki delikten de
geçecek şekilde, önlerinde 2 seçenek bulunan kuantsal öğeler, arka duvar
üzerinde, ortada (4) olacak şekilde, yanlara doğru ise, azalan tarzda, dört ile
sıfır arasında değişen dağılım gösterirler.
Kuantsal
sistemlerde fizikçiler bir dalga-boyundan söz eder. Bu “dalga-boyu” kavramı,
gerçekte bir dalga-boyu değil, kuantsal öğelerin salınım-adımlarıdır. Kuantsal
öğeler hedeflerini bu salınım adımlarıyla ölçerek değerlendirirler.
(D)’ye ulaşmak isteyen bir ögenin önünde iki seçenek vardır:
Ya (A) deliğinden
geçecektir, ya da (B). Öge her iki seçeneği de teker teker değerlendirir:
Şimdi diğer (B)
yolunu aynı şekilde hesaplamaya başlar; diyelim minimum (-1) değeriyle son
buldu.
Öge bu iki değeri
toplar: +1-1=0. Sıfırın karesini alır: yine sıfır. Ve öge kararını verir:
Bu durumda hedefe varmanın hiçbir yararı yok; (S)den gönderilen 100 ögedan
hiçbiri delikten geçemez ve (D) detektörüne hiçbir öge ulaşmaz.
Hayret! Delikler
tek tek açık olduklarında her delikten bir adet geçebiliyordu, şimdi deliklerin
ikisi de açık, ama hiçbir şey delikten geçmiyor. Bu nasıl iş?
Başka bir ölçüm
sonucu şöyle olsun: (SAD) yolu sonunda ulaşılan değer (+1), (SBD) yolu sonunda
ulaşılan değer de ( +1) ise, +1 +1 = 2. 2’nin karesi alınır: 4
eder.
Bu durumda (S)den
gönderilen 100 ögeden 4 tanesi deliklerden geçer ve detektör 4 öge kayıt eder.
Delikler normalde birer öge geçirecek kadar büyüklükte olmalarına rağmen,
normalde 2 ögenin geçebileceği deliklerden 4 tane öge geçer!
Yine hayret: bir
delikten geçebilecek öğe sayısı bir tane idi, deliklerin ikisi birden açılınca,
nasıl oluyor da 2 yerine 4 tane öğe geçebiliyor?
İşte kuantsal
alemin mucizevi özellikleri, onların olasılık hesaplarına göre davranmalarıdır.
Olasılık hesaplı
işlemlerin ilginç yönü bu noktadadır. Normal değer 1 = bir olarak kabul
edildiğinde, hesaplama sonucu 1’den büyük olan değerlerin karesi alındığında
sonuç çok büyük oranda artarken, 1’den küçük sonuç değerlerinin kareleri
gittikçe küçülürler.
Örneğin 1.5’in
karesi 2.25 gibi büyüyen bir değer verirken, 0.5’in karesi 0.25 gibi küçülen
bir sonuç verir.
Doğadaki tüm
olaylar ve işlemler de böyle bir olasılık hesabı sonucuna göre
yapılmaktadır. Peki ögeler neden davranış değiştiriyorlar?
Çünkü ögelere seçme
olanağı sunuluyor: Sadece bir delik açık olduğunda, ögenin önünde sadece bir
seçenek olduğu için, öge gösterilen o hedefe gitmektedir.
Ama iki delik
birlikte açık olduğunda, ögeye seçenek sunulmaktadır. Ve öge de bir olasılık
hesabı yaparak davranır.
Atomik öğeler
bilgili-bilinçli davranırlar; daha önceden kendileriyle ilişki kuracak bir
varlık oluşmuşsa, o varlığı algılayıp, onun isteğine uyuyorlar; ama, önceden
bir şey oluşmamışsa, çevre-koşullarını algılayıp, o koşulları dikkate alacak
şekilde bir olasılık hesabı yaparak davranıyorlar.
Yani doğadaki
etkileyici-karar verici makam, alt –sistemlerdedir. Üst-sistem hedef, amaç
gösterir. Ama o hedefe gidilip, gidilmeyeceği kararını al-sistemler verir.
Doğadaki etkileyici-yönlendirici güç sisteminin, tabana mı tepeye mi dayalı
olduğu konusu açısından bu konuda bir görüş oluşturmak, çok önemlidir.
Burada iki noktanın
vurgulanması gerekir:
Birinci nokta
şudur: Kuantsal sistem canlı, tam özellikli varlıklardır, yarım veya buçuklu
olamazlar. Yani detektörde asla 1.5 değeri görülmez, ya 1, ya 2 olur. Bu da
kuantsal sistemin canlı, özel varlıklar olduğunun tipik bir delilidir.
İkinci nokta ise,
kuantsal canlılık öğelerinin kesinlikle olasılık hesabı yaparak, bilinçli
davrandıklarıdır. Bu durum, kuantum fiziğinin olasılık hesaplı-bilinçli
davranışlı olduğunu kabul eden Kopenhag yorumcuları ile, geleneksel
deterministik görüşlü fizikçilerin
anlaşmazlığının kaynağını oluşturur. Einstein’ın “Tanrı zar atmaz” demesi,
klasik fizikçilerin doğadaki yaratıcılığın varlıkların içsel bileşenlerinde
değil, varlıların haricinde bir güç sisteminde olduğu “kutsal kitaplı”
önyargıdan, kaynaklanır. Yani gelenek ve görenekler bilinç-altımızı öylesine
şartlandırmışlardır ki, Einstein, Schrödinger gibi fizikçiler bile atom-altı
öğelerin olasılık hesaplı bilinçli davranışlarını kabul edememişlerdir.
Maalesef günümüzde de hala fizikçilerin çoğu bu yönde davranmaktadırlar.
(13. bölüm)
Olaylar
rastgele veya tesadüfî değil, olasılık hesabına göredir
Havadaki veya sudaki
hiçbir molekül rastgele hareket etmez. Her bir molekül, kendisine komşu
moleküllerin sıcaklık ve basınç değerlerini kendisininkiyle kıyaslar ve en düşük
değer yönünde hareket eder. Tüm moleküller aynı şekilde davrandıklarından,
havada veya suda aynı anda akıntılar başlar; rüzgârlar ve deniz içi akıntı
sistemleri bu şekilde oluşurlar.
Moleküllerin çevre
koşullarını dikkate alarak yaptıkları bu bilinçli yönlenme, bedenlerimizdeki
(ve de hücrelerimizin içindeki) moleküllerde de görülür. Organik moleküllerde
3” ve 5” olarak tanımlanan kutuplaşmalar vardır ve tüm reaksiyonlar bu
kutuplaşmalara göre gerçekleşir. Nobel ödüllü Blobel (1999)’in ispatladığı üzere,
hücre içlerindeki proteinler belli adres-etiketlerine göre hareket
etmektedirler.
Doğada rastgelelik
veya tesadüf olmamasının nedeni şudur:
► 1- Her şey
enerjiyle oluşur ve tüm enerjilerin kaynağı da kuantsal sistemdedir.
► 3- Bilgiler,
varlıkların yapı ve dokularındaki anizotropiler olarak kayıt altına
alındıklarından, tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyallerin bu anizotropik
yapısallaşma unsurları ile olan etkileşimlerine göre davranırlar.
► 4- Çıkartılacak
sonuç şu olur: Tüm varlıklar çevrelerinden gelen sinyalleri değerlendirip
olasılık hesapları yaparak davranışlarını belirlerler.
Beyin dediğimiz
organ, hücrelerin doğada nelerin nelere dönüştüğü ve gelecekte ne tür
değişim-dönüşümler olabileceği konusunda olasılık hesaplarına dayalı senaryolar
üretmek için tasarlanmış bir organdır. Nelerin nelere nasıl dönüştüğü veya
doğada nelerin olabileceği gibi konularda bilgi üretmenin önemi hücrelerce çok
iyi bilinmektedir. Bu olgu deneylerle saptanmıştır. Şöyle ki:
Beyindeki hücrelerin,
çeşitli ödül olasılıkları karşısında nasıl davrandıkları deneylerle ortaya
konulmuştur. Hücreler arası haberleşmede kullanılan maddelerden biri dopamindir
ve bu ürünün üretilmesi için beyinde özel dopamin nöronları oluşturulmuştur. Bu
dopamin nöronlarının, çevre faktörlerini, işe-yararlılık, ödül-olasılığı,
varsayım-hatası, vs. açılardan değerlendirerek diğer hücrelere aktardıkları
belirlenmiştir (Schultz (1998)). Bu aktarma işlemlerinde dopamin nöronlarının
neleri dikkate aldıklarını saptamaya yönelik araştırmalarda ise, (Fiorillo et
al. (2003)), dopamin nöronlarının, olasılık oranlarının söz konusu olduğu
verilere daha büyük önem verdikleri ortaya çıkmıştır.
Fiorillo ve diğ.
(2003)’nin maymunlarla yaptıkları deneylerde, maymunların beyinlerindeki
dopamin nöronlarına detektörler yerleştirilerek, (1. küçük-veya-orta boy bir
ödül; 2. küçük-veya-büyük boy bir ödül; 3. orta-veya-büyük boy bir ödül, vs.)
gibi çeşitli koşullarda nasıl davrandıkları araştırılmıştır.
Araştırma sonucunda:
► 1- Hücrelerin uzun
vadeli olaylarla kısa vadeli olaylar arasında ayrım yaptıkları,
► 2- Kısa vadeli
değerlendirmelerde, en büyük ödüle önem verip, onu tercih ettikleri;
► 3- Uzun vadeli
değerlendirmelerde ise %50 olasılıklı duruma önem verip, onu tercih ettikleri
ortaya çıkmıştır.
Hücreler
olasılık hesaplarına göre davranırlar. Şekilde görüldüğü üzere, sıfır ile bir arasında değişen ödül alma
olasılıkları tercihlerinde, uzun vadeli değerlendirmelerde dopamin nöronları,
kesinlik arz eden “sıfır=hiç-ödül-yok” veya “bir=mutlaka-ödül-var”
seçeneklerine değil, “elli-elli” seçeneğine ağırlık vermişlerdir. Yani hücreler
çok bilgili ve bilinçli davranıyorlar; anlık, kısa vadeli olaylarda hemen en
büyük değerdeki ödülü seçiyorlar, ama uzun vadeli davranış söz konusu
olduğunda, doğadaki en yaygın olasılık değeri olan %50 (elli-elli) değerini
tercih ediyorlar.
Bunun anlamı çok
açıktır: Hücreler doğada her şeyin sürekli bir değişim dönüşüm sistemi içinde
olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle, uzun vadeli değerlendirmelerde “kesin
ödül yok veya kesin ödül var” seçeneklerine rağbet etmiyorlar! Doğada her şeyin
olabileceği gerçeğinden giderek, hep olasılık hesabına önem veriyorlar.
(14. bölüm)
Diğer bir önemli nokta
YETKİ – YÖNTEM UYUMUDUR:
Beden hücrelerimizin üst-sistemidir. Hücrelerimiz
gösterdiğimiz hedeflere ulaşacak şekilde işlevlere girişirler. Ancak gösterilen
hedefe ulaşım yolu ve yöntemi doğadaki dinamik sisteme uygun olmak zorundadır,
çünkü kuantsal sistemle beslenmekte olan hücreler, kuantsal canlılığın
gerektirdiği doğal-sistem ilkelerine uygun davranmak zorundadırlar.
Yetki ve yöntemden kasıt, bir işlevi yapma yetkisinin
kimde olduğu, kimin ipleri eline alması gerektiğidir.
Doğada bu yetki hep alt-sistemlerin elindedir, çünkü
yaratıcılık kuantsal sistemle başlatılıp, sürdürülmektedir.
Günümüz insanlığı da, hücrelerimizin bu mantıksal ikilem
içinde kalmasının sancılarını çekmektedir. Çünkü gelenek-görenekler bilinç-altı
sistemimizi statik sistemli programlamaktadır. Statik sistemde ise yetki
üst-sistemdedir. Hücreler ise dinamik sistemde oluşup-geliştiklerinden,
otomatik olarak dinamik sistemli davranırlar ve yetkinin alt-sistemlerde olması
gerektiği yönünde davranmak isterler. Ve tam bir ikilem içine girerler.
Hücrelerin
doğaya uyumlu bedenler oluşturmadaki muazzam yeteneklerini anlayabilmek için,
canlıların oluşum aşamalarını gösteren paleontoloji verilerine bakmak
yeterlidir. Bu veriler hayatın milyarlarca yıl önce denizlerde başladığını ve
ancak 350-400 milyon yıl önceleri karalara uyum sağlayacak düzeye ulaştığını
gösterir. Memeli hayvanlar ise, dinozorların 65 milyon yıl önceki bir doğal
felaket sonrası yok olmalarından doğan ekolojik boşluğu dolduracak şekilde
gelişen bir canlı gurubudur.
Balina,
yunus, fok gibi memeli havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu
düşünülürse, hücrelerin yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü
balinalar, yunuslar, foklar denizlerde birincil olarak yaşamak üzere
oluşturulmuş canlılar değildirler. Onların ataları deniz kıyılarındaki kara ortamlarında yaşayan akciğerlerle
solunum yapan memeli hayvanlardandır. Balıklar gibi solungaçlarla değil,
akciğerleriyle solunum yaparlar.
65
milyon yıl önceleri dünyamıza çok büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve
yaşam koşulları anormal derecede değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması
gerek denizlerde, gerek karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu
ekolojik boşluklar ise, memeli hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan
canlılarca doldurulur ve “memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz
dünyası ortaya çıkar.
Hücrelerin
mucizevi yaratıcılık örneği 60 milyon
önceleri tekrar kendisini gösterir ve bu defa kara hayatından tekrar deniz
hayatına dönüşe uygun tasarımlar gerçekleşir. Balinalar, yunuslar foklar gibi
denizde yaşayan memeliler bu doğal felaketten sonra hayat sisteminin yeniden
düzenlenmesi işlemleri ve eylemleridir. Deniz hayatına uyum sağlayacak şekilde,
suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır. Karalarda
yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde değişime
uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek
yapılmıştır.
Biz insanlar bu temel
ilişkiyi dikkate aldığımız takdirde, hücrelerimizin, doğa ve dünya koşullarına
uygun sağlıklı bedenler oluşturacağından emin olabilirsiniz. Çünkü hücreler
bedenlerimizin düşmanı değil, onun tasarımcısı ve koruyucusudurlar.
İnsanlık ise bu süreç içindeki en önemli oyunculardan
biri olarak rol almakta ve dünyamızdaki hayat sisteminin geleceğini etkileyecek
bir durumda bulunmaktadır.
Bedenlerimiz hücreler
tarafından oluşturulup-yönlendirildiğine göre, neden bedenlerimizin tasarımcısı
ve bakımcısı olan hücreler, kanser dahil bir sürü hastalığın ortaya çıkmasına
müsaade ediyorlar? Konuyu aydınlatıcı bilgiler http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/p/hakkmda.html dosyasında
(gerekiyorsa devam eden dosyalarda) bulunmaktadır.
(15. bölüm)
Bilgi Oluşturma ve Rahatlama Dürtüsü
Zaman, doğal sistemin yaratılış öyküsüdür. Ve zaman
kavramının yeryuvarı arşivlerinde kayıtlı verileri, doğadaki oluşum ve
gelişimlerin, varlıkların en küçük öğeleriyle (atom-altı-öğelerle) başlatılıp,
bu küçük öğelerin gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde birleşerek, gittikçe
daha ergonomik yapılar oluşturduklarını göstermektedir. Yani evren gittikçe
gelişmektedir.
Peki neden bu atom-altı-öğeler zaman içinde, önce
atomlar, sonra moleküller, sonra hücreler – bedenler gibi gittikçe büyüyen
üst-sistemler içinde bir araya geldiler?
Bunu anlayabilmek için insanlığın gelişim tarihine
bakalım. İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 10 bin
yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama son 10 bin yıldan
beri, önce aile, sonra kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde
gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden
gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Tek başına yaşayan bir insan sürekli bir koşuşturma
içindedir. Hem sebze, tahıl üretecek; hem tahılları öğütüp un yapacak, hem
yiyeceği eti sağlayacak, hem pişirecek bir fırın, tabak, kaşık vs yapacak!
Böyle bir koşuşturma içindeki insanın dinlenmeye ayıracak zamanı olamaz.
Toplumsal bir sistem içinde yaşayan bir insan ise, bu görevlerden sadece birini
yapar ve diğer insanlarla ürününü veya hizmetini takas ederek yaşar. Bu sayede
çok daha az koşuşturur ve daha çok dinlenme zamanı olur.
Atom-altı-öğelerin birleşerek atom oluşturmaları da aynı
tür bir rahatlama dürtüsü sonucudur. Şöyle ki: proton, nötron, elektron gibi
atom-altı öğeler yalnız olduklarında çok enerji harcarlar, birleşip bir atom
oluşturduklarında ise, daha rahat bir duruma kavuşurlar. (Birleşilen
üst-sistemin kütlesi daha azdır.)
(Bir protonun kütlesi 1.007 atomik kütle birimi (akb),
bir nötronun kütlesi ise, 1.008 akb’dir. Bir C atomu, 6 proton ve 6 nötrondan
oluşur ve kütlesi ise 12.01 akb’dir. Hâlbuki 6 proton + 6 nötron’un toplam
kütleleri 12.09 akb’dir. Yani öğeler birleştiklerinde 0.08 akb’lik bir tasarruf
ortaya çıkmıştır. Bu enerji, atomların parçalanması sırasında E=mc2 formülüne
göre ortaya çıkan MUAZZAM atom enerjisidir. Işık hızının karesiyle çarpılarak
artırılan bir miktar söz konusu!)
Bu nedenle, doğadaki tüm varlıklar, daha rahat bir duruma
ulaşabilmek için birleşme- birlikte yaşama- sistemleri oluşturma çabaları
içindedirler. Bu ise “bilgi” oluşturularak yapılır. Bilgi oluşturma ise,
varlıklar arası enerji-alış-verişi için gerekli karşılıklı rezonans durumunu
oluşturmaktır. Bu nedenle doğada dur durak yoktur; sürekli DAHA RAHAT DURUMA ULAŞMA ÇABALARI vardır ve doğal sistemin sürekli
bir değişim-dönüşüm içinde, yani DİNAMİK SİSTEMli olmasının temel nedeni budur.
Neden Arılar Gibi Bir
Toplum Oluşturamadığımız Konusu (16/22)
(16.
bölüm)
Cahillik ile zır-cahilleşme arasında temel bir far vardır.
Önce kısa bir tanım yaparak
cahillikle zır-cahilleşme arasındaki farkı belirtmek gerek. Eğitilmemiş kişi en
azından bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin
yararına mı zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama eğitim görmüş ama yanlış
bir hayat görüşü ile donatılmış ve o görüşün doğruluğundan da şüphelenmemesi
gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşmeye
uğrarlar. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar ve zararlarına olan bir
durumda ısrar ederler.
Kutsal-kitaplar, tepedeki yöneticiler tarafından
hazırlanmış senaryolardır. Amaç tepedeki bir EFENDİLER zümresine insanları itaatkar
yapmaktır. Bu durum, yukarıdaki bölümlerde gerekçeleriyle
açıklanmıştır. Tepeye bağımlılık ise tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağıdır.
Tepeye Bağımlı Örgütlenme (TBÖ) tüm toplumsal sorunların
kaynağıdır, şöyle ki:
►1- TBÖ’de bireyler sadece tepeye karşı sorumlu ve bağımlılık
içinde yetiştirildiğinden, insanların birbirlerine karşı bağımlılık duyguları
gelişmemiş, birbirleriyle anlaşıp-uzlaşma yetenekleri körleşmiştir. Bu ise,
temel yeteneğin yok edilmesi anlamına gelir.
Biri muz
derken, diğeri hıyar anlıyorsa, anlaşıp-uzlaşma sağlanamaz
►2- TBÖ’de saygın ve saygın olmayan meslekler gibi ayrımcılık
ortaya çıkar, çünkü kimi meslekler emir verici, kimisi emir alıcıdır. Bu
nedenle, kişilerin mesleklere yönlenmeleri, yeteneklerine göre değil,
toplumdaki saygınlık değerine göre olduğundan,
a) İnsanlar hep
SAYGIN varsayılan mesleklere yönelirler; o mesleğe yeteneği olmayan insanlar bu
mesleklerde gerekli başarıyı gösteremezler ve toplumsal kalkınma engellenir.
b) İnsanların
doğal yetenekleriyle meslekleri birbirine uyumsuz olduğunda, insanlar
kendilerini mutsuz hissederler; mutsuz insanların çevrelerine yarardan çok
zararı olur, vs.
Her şey
tepedekilerce belirlenirse tabandakilerin yeteneği körleşir.
►3- TBÖ’de sorumluluk tamamen liderlerin sırtında olduğundan,
halk düşünme tembelliğine mahkûm edilmiştir.
Tembel veya
çalışkan insan yetiştirmek sisteme bağlıdır.
Sorunlarının
çözümünü bir kurtarıcıdan bekleyen halk, fikir üretme ve sorunlarını çözme
çabalarına girişmez. Dolayısıyla halkın bilgi üretme kapasitesi otomatik olarak
sınırlandırılmış olunur. Bilgi ise, verimli üretimin, kalkınmanın temel
direğidir.
►4- TBÖ’de, tepedekiler hem yönetici hem de toplum mallarının
sahibidir. Tepedekiler toplum mallarına sahip çıkınca, halk toplum mallarına
sahip çıkmaz ve “devletin malı deniz, yemeyen domuz” sistemi ortaya
çıkar.
Kamu mallarına
zarar veren insanlar, hatalı eğitilmiş olduklarından, kendi bindikleri dalı
kestiklerinin farkında değillerdir.
Toplum malları
hor kullanılmaya başlanır ve 10 yıl dayanması gereken bir araç bir yılda
bozulur ve toplumsal kalkınma engellenir.
►5- TBÖ’de tepedekiler kendilerini devletin sahibi olarak
görürler ve kendi görüşlerine uymayanları cezalandırma yetkisine sahip
olduklarını sanırlar. Bu nedenle gizli-sinsi eylemlere girişirler. Bunun
sonucu, “derin-devlet” mekanizmaları oluşturulur, insanlar şantaj, tehdit,
suikast, gibi yöntemlerle susturulmaya çalışılır.
Tepedekilerin
emirlerine uyularak, onlar gibi düşünmeyenlere işkenceler yapılır.
►6- Devletin sahipliği tepedeki bir kişiye bırakıldığında,
tepedeki “devletin geleceği için” Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı gibi, öz
oğlunu öldürtmek zorunda kalabilir.
Demokrasilerde
Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, vs. gibi bir sürü aydın kişi, tepedekiler gibi
düşünmediklerinden, “devlet çıkarlarını koruma” adına öldürülürler.
►7- TBÖ’de yükselme, bilgiden ziyade, “tepedekilere”
yakınlıkla sağlandığından, insanlar bir şey öğrenerek bu bilgiye dayalı bir
üretim ve karşılıklı hizmet alışverişi içine girmek yerine, tepedekilerle yakın
ilişki kurmaya (yağcılığa) yönelirler. Bu ise üretimin düşmesine ve toplumun
geri kalmasına yol açar. El-Etek öpmek aşağılık kompleksi ürünüdür.
►8- TBÖ’de toplumsal sorunların çözümü, karşılıklı
etkileşimlerle değil, tepedekilerin yönlendirmesine bağlı olduğundan, insanlar
arasında “sana ne; bana ne, babanın malı mı?” gibi davranışlar yaygındır. Bu
ise vatandaşın kendisini toplumun sahibi olarak görmediğinin delilidir. Doğada
her olay, diğer varlıkları da ilgilendirir.
►9- Her insanın içinde, bir sisteme ait olma,
bir grup içinde bir araya gelme dürtüsü vardır. Toplum bürokratik bir zümre
tarafından sahiplenilince, kendilerini dışlanmış hisseden halk, çeşitli
şekillerde birlikler oluşturarak, aidiyet duygusunu tatmin edeceği gruplaşmalar
oluşturur. Bu durum, mevcut toplumsal sistemlerin en zayıf noktasıdır ve
toplumu içten içe kemiren, parçalayıcı bir hastalık oluşturur. Her tür anarşi,
mafya, çete, etnik veya dinsel gruplaşmanın kökeninde bu aidiyet dürtüsü yatar.
►10- TBÖ’de farklı görüş sahipleri yönetimi (devleti) ele
geçirme yarışı içindedirler. Bu nedenle, bürokrasi çarkının içine kendi
görüşlerine uygun adamlar yerleştirirler.
Bürokrasi çarkı
bu şekilde farklı görüşlerce parsellenmiş olur. 1970’li yıllarda emniyet
güçlerimiz “Pol-Bir” “Pol-Der” gibi sağcı-solcu olarak bölünmüştü.
Her biri kendi
görüşündekilerin çıkarını savunacak, diğerlerini baltalayacak tutum içinde
olduklarından, hak-hukuk sistemi yaralanır: Herkes kendini vatansever görüp,
karşıtlarını yok edecek tutum-ve davranışlara girdiğinden, bir sürü çeteleşme
ortaya çıkar. Susurluk, Ergenekon- Balyoz-davaları, faili-meçhul cinayetler,
sonuç alınamayan davalar, yolsuzluklar, çeteleşmeler, vs. kaçınılmaz olurlar.
►11- “Sahip” tepedeki bir kişi olunca, tüm
varlıklarıyla doğa+dünya sahiplenilmeye başlanır; X- devleti, Y-devleti gibi
bir sürü parçaya bölünür; sonra bu devlet-sahipleri ülkeyi çeşitli
ağalara-beylere parsellerler. Doğa ve dünya bu şekilde
parsellenip-sahiplenilince, halk doğaya sahip çıkamamıştır. Denizler
kirletilmiş, hava kirletilmiş, sular kirletilmiş, içme suyumuz bile
pet-şişelerle uzak dağ tepelerinden getirilir olmuştur.
►12- Sahiplenme tüm fabrika ve benzer
iş-yerlerinde de devam etmiş, işçiler boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur
edilmişlerdir. İşçilerin sendika gibi kuruluşlar içinde birleşerek, seslerini
duyurabilmelerinden sonra işçi-işveren mücadeleleri devam etmektedir. Bu ise
grev-lokavt gibi toplum-hayatını felç eden çatışmalara yol açmaktadır.
►13- Statik
sistemli Toplum hayatında insanların hedefi “para” olmaktadır. Para ile
yaptırılamayacak bir kötülük var mıdır? YOKTUR!
Statik sistemde “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde
olduğundan, dünyada huzur olması mümkün müdür? Para peşinde koşan insanlara her
türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olduğuna göre, Statik sistemli TBÖlü hayat
görüşleri yok edilmediği sürece dünyada huzur olmayacaktır.
►14- TBÖ’de, toplum malları tepedekilerce
sahiplenilir. Halk kendini toplumsal sistemin bir ortağı olarak görmediğinden,
yaptığı işlerde sadece kendi çıkarını gözetecek davranışlara yönelir; devleti
yönetenler ise herkesin başına bir bekçi dikmek zorundadırlar, bu ise
olanaksızdır; vs..
Tepeye bağımlılığın toplumsal
sisteme bu kadar zararlı etkileri varsa, acaba doğada tepeye değil de, tabana
bağımlılık sistemi mi var?
Bir düşünsel
deneyle, toplumsal sistemin tabana bağımlı olduğu bir model tasarlayalım:
•
Çocuklarınızı yetiştirecek öğretmeni siz seçecek olsanız,
en iyi öğretmeni
seçerdiniz;
•
Güvenliğinizi sağlayacağınız bekçiyi, trafiğinizi
düzenleyecek,
elektrik işlerinizi
yapacak kişiyi
siz seçecek
olsaydınız, en yetenekli, en
bilgili kişileri
seçerdiniz;
•
İnsanlar meslek edinirken, iyi
yapabilecekleri işlere soyunup, iyi bir eğitimden geçerek, bilgi ve beceri sahibi kişiler
olarak toplumda yerlerini alırlardı;
•
Kötü hizmet verenler dışlanıp- uzaklaştırılırdı.
•
Toplum iş ve meslek mensuplarının hizmet
takaslarına dayalı kredi sistemiyle işleseydi, kalpazan, vergi-kaçakçısı,
kiralık-katil, sabotajcı gibi kişilikler nasıl iş bulurlardı?
•
Toplumun bir hizmet ve ürün ortaklığı olduğunu
bilen insanlar, ürünlerinin en iyi şekilde olması ve ihtiyaç sahiplerine
ulaşması için kendi aralarında örgütlenirler ve hizmetin aksamaması için ne
gerekiyorsa yaparlardı (tepedeki birilerine bağımlı olmazlardı).
Böyle
bir toplumsal sistemde her şey tıkır-tıkır işlemez
miydi?
Evet!!! Her şey
düzeliyor.
Yani zır-cahilleşme, yanlış bilgilerle donatılmış insanlarda görülen bir özelliktir. Eğitilmemiş insan zır-cahil değildir, ama yanlış bilgiyle eğitilmiş insan zır-cahilleşmeye uğrar..
Öyleyse, kutsal kitaplar
insanları zihinsel olarak zehirleyen, zombileştiren çok zararlı bir inanç
sistemi değil mi?
(17.
bölüm)
”Yaratıcılık Allah’a
mahsustur” tam bir zır-cahillik ifadesidir.
“Yaratıcılık Allah’a mahsustur”
ifadesi toplumumuzda çok yaygın kullanılır. Ve bu ifade özellikle islam
aleminde yaygındır, çünkü tüm bilgilerin kutsal kitapta yazıldığı, o kitabın
iyi okunması ve anlaşılmasıyla, her şeyin yapılabileceği, tüm icat ve
keşiflerin bu yöntemle gerçekleştirilebileceği
egemen görüştür.
Yandaki şekilde gösterildiği
üzere, yaratıcılık kuantsal sisteme mahsustur. Ve kuantsal sistem, bedenimizin
dışındaki bir efendide değil, bedenlerimiz içindeki hücrelerimizde ve de
onların içlerindeki atomik sistemdedir.
Hücreler kendilerine gösterilen
hedefe ulaşacak şekilde işlemler yaparlar. Hedef yüksek dallardaki yapraklara
ulaşmak ise, uzun boyunlu bir yaratık, hedef yerlerdeki çimleri yemek ise, ona
uygun bir yaratık oluşturulur.
Balina, yunus, fok gibi memeli
havanların denizlerdeki gelişmiş hayvanların olduğu düşünülürse, hücrelerin
yaratıcılık yeteneği daha da iyi anlaşılır. Çünkü balinalar, yunuslar, foklar
denizlerde birincil olarak yaşamak üzere oluşturulmuş canlılar değildirler.
Onlar denizde yaşamaya başlayan balıkların, kara yaşamına uyum sağlayacak
şekilde evrimleşmiş temsilcileridirler. Solungaç yerine akciğerleri vardır. Ama
dünyamızda yaşam koşulları değişince, yani 65 milyon yıl önceleri dünyamıza çok
büyük bir göktaşı düşmesiyle, dünya iklimi ve yaşam koşulları anormal derecede
değişir. Bu değişimlere uyum sağlayamayan
dinozorlar gibi bir çok canlının yok olması gerek denizlerde, gerek
karalarda bir çok ekolojik boşluk oluşturur. Bu ekolojik boşluklar ise, memeli
hayvan gibi, beyinsel gelişimleri daha iyi olan canlılarca doldurulur ve
“memeliler” egemenliğinin yaygın olduğu günümüz dünyası ortaya çıkar.
350 milyon yıl önceleri deniz
hayatından kara hayatına geçişi gerçekleştiren hücreler, 60 milyon önceleri
de, bu defa kara hayatından tekrar deniz
hayatına dönüşe uygun tasarımlar yapmışlar, deniz hayatına uyum sağlayacak
şekilde, suda akciğer solunumunu geliştirici organlar oluşturmuşlardır.
Karalarda yürümek için oluşturulmuş kol ve bacaklar tekrar suda yüzecek şekilde
değişime uğratılmışlardır. Bu işlemler ise, hep hücrelere hedef gösterilerek
yapılmıştır.
Bir toplumdaki insanlara, “yaratıcılık
Allaha mahsustur” denildiğinde, o insanın beynindeki hücreler dumura
uğratılmış olur, çünkü hücrelerin kendilerine yapıcı bir hedef gösterilmemiş,
tersine, “tepedeki birilerinin yaratacağı şeyi bekleyin, ona göre davranın”,
şeklinde bir hedef gösterilmiştir. O beyinler artık yaratıcı bir işleve
girişmezler.
Halbuki doğa sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir ve canlının bağımlı
olduğu enerji kaynakları sürekli değişmektedir. İnsan da bu değişimlere uyumlu
olmak ve geleceğini güvence altına alabilmek için bu değişim-dönüşümleri en
ayrıntılı şekilde takip etmek zorundadır. Geleceğinin nasıl olacağını aktif
şekilde takip etmeyen, bu takip işlemlerini bir başkasına (bir efendiye)
bırakan insanlar sömürülme ve uşaklığa
mahkumdurlar.
Bizlerin yapacağı işler, beyinlerimizdeki hücrelerce gerçekleştirilir.
Hücrelerin neyi nasıl yapacakları ise, onların öğrenmelerine-eğitilmelerine
bağlıdır. Doğadaki yaratıcılığın, varlıkların dışında bir merkezden
gerçekleştiği şeklinde bir veriyle doldurulan beyinlerin, aktif-yaratıcı
bedenler oluşturması olanaksızdır. Batı-dünyasının son 500 yıl içinde binlerce
keşif yapması ve yüzlerce Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmesi karşısında,
islam aleminin tek bir Nobel ödüllü bilim insanı yetiştirmemesinin nedeni beyinlerimizin bu şekilde şartlandırılmış
olmasındandır.
Beyinlerimizdeki nöronlar,
çok geniş bir veri-ağı kullanarak işlerini görürler; topluluk düzeyinde bir
etkileşim sistemi ve ortak noktalarda uzlaşma söz konusudur. (Golub et al.2018, s.607)
Beyinler gelecekteki
davranışlarının en iyi şekilde olmasını sağlamak için, önemli olayları öngörücü
veriler toplamaya çalışırlar. . (Groessl
et al 2018, s.952.)
Beyinler sürekli öngörülerde
bulunmaya ve bu öngörülerin oluşan olaylarla örtüşüp-örtüşmediğine bakarlar.
Öngörüler olasılık hesapları yapılarak oluşturulur. Bir canlının hayatta
başarılı olabilmesi, doğadaki olayların ilişkileri arasındaki kurabileceği
olasılıklar hesaplarının güvenirliliğine
bağlıdır. (Fiorillo et al. 2003,
s.1898)
Böylesine bir
belirsizlik içinde yaşadığını bilen bedenimiz hücrelerine, “siz pasif kalın,
efendi sizin yaşamınız için gerekli kararları verir” zihniyetine bel bağlamış
insanların ve toplumları geleceği nasıl olacaktır?
Batı dünyasının ortaçağdan sonra
Rönesans ve reformla kutsal kitap etkilerinden kurtulması sonucu insanlarının
yaratıcılık gücü artıp, toplumsal kalkınmaları gelişirken, Osmanlı devletinin
hala sım-sıkı kutsal kitap inancına sarılıp devam etmesi, geri kalmışlığımızın
temel nedenidir.
Çünkü doğada yaratılış, doğum-ölüm,
yani yumurta-tavuk döngülü, alt-sistemden üst-sistemlere geçişler şeklindeki bir dinamik sistemde gerçekleşmektedir.
Doğadaki tüm işlevler enerji ile
yapılmaktadır Çalışan, iş yapanlar ise, hep varlıkların içsel bileşenleridir.
Bu cehalet cümlesi etkisi altında kalan tüm toplumlar, geri-kalmışlığa
mahkumdurlar, çünkü, insanların içlerindeki kendine güven duygusunu, bir şeyler
yapabilme isteğini körleştirip, kısırlaşmış, pasif bir kişilik oluşumuna yol
açılmaktadır,
(18.
bölüm)
Statik sistemin yönlendiricisi
para olmuştur.
İnsanlara
asırlardır, doğadaki yağmur, fırtına, deprem, volkan patlaması, kuraklık,
mikrobik salgınlar, çekirge-vs. istilaları gibi doğal olayların, doğa-üstü bir
güç sisteminin insanları cezalandırması olduğu şeklinde yanlış bir bilgi
verilerek mantıkları çarpıtılmaktadır.
Bu yanlış bilgiler
5-6 bin yıldan beri sürekli aynı nakaratlarla aktarıla geldiğinden, artık
toplumların gelenek-göreneklerine işlenmişlerdir. Dolayısıyla insanlar
bilinç-altlarına otomatik olarak yerleştirilen bu yanlış bilgilerle hayata
başlamaktadırlar.
Peki bu yanlış
bilgilerin aktarılması kimlerin işine yaramaktadır, kimler bu yanlışlığın
devamını istemektedir?
Bunun tek bir
cevabı vardır: Efendiler sınıfı.
Bu yetmemiş,
peygamberler sürekli cilalanıp-parlatılarak, olağan üstü doğum ve yaşam
övgüleriyle tanıtılmaya, insanların gözünde hayranlık uyandırmaya
çalışılmıştır. Bu yüceltme işlemleri öyle yaygınlaştırılmıştır ki, insanlar
artık doğada yaratıcılık olaylarının nasıl gerçekleştiğiyle değil,
peygamberlerin hayatları ile ilgilenir olmuşlardır. Hedef dağıtma ve ana
konudan sapma bu şekilde gerçekleşmiştir. Bu gün insanlar artık, doğadaki
yaratıcılık nasıl oluyor konusunda değil, çeşitli dinsel görüşler veya
peygamberlik konularıyla ilgilenir olmuşlar, her ay peygamberi anıcı-yüceltici
bir ibadet veya tören düzenler durumdadırlar. İnsanlar peygamberleri simgeleyen
yelere yönelerek dua ederler. Bu durum, yaratıcının değil, peygamberlerin ön
plana alındığının bir başka göstergesidir. Yaratıcı orada mıdır ki, dua eden
oraya yönelir?
Dünyamız bu gün
bile tepedeki bir “Efendiler » zenginler » holdingler » İMF » Dünya Bankası » Dolar’a endeksli ticaret, vs.” örgütü tarafından
parsellenip, yönlendirilmektedir.
Bilinç-altımız statik-sistemli hayat görüşüne göre
programlanmıştır. Bu görüş uyarıca, doğa ve dünyanın sahipliğinin
hariçteki-tepedeki bir sistemde olduğu bilgisi verilir. Doğa tepedekilerce
parsellenip sahiplenilir ve sahiplenilen yerlerdeki tüm varlıklar efendinin
mülkü olduğu görüşü halka empoze edilir. Halk efendilere ait topraklarda
efendinin hizmetkarı-kölesi olarak çalışıp-üretir; ürettiğinin çoğunu efendiler
alır, kalanıyla da halk yetinip-geçinmek zorunda kalır. Tepedekilerin gücü,
tabandaki halkın ürünleriyle oluşturulur ve kapitalist sistemin tohumu atılmış
olunur. Halkı köleleştirecek olan “para” faktörü tepedekilere terk edilmiş ve
halkın kulluk fermanını imzalanmıştır. Toplumlarının dinamizmi para ile
denetlenir ve paranın kontrolü "tepedekilerin" elindedir. Bu şekilde,
parayı kontrolünde bulunduran tepedekilerin oluşturduğu bir “efendiler” sınıfı
ve boğaz tokluğuna çalışan bir kukla sınıfı gelişir. Yine statik sistemli hayat
görüşüne uygun olarak, her millete (devlete) kendi dillerinde (bir peygamberle)
kutsal mesajlar gönderilir ve halkın bu kutsal bilgilere uyarak yaşamalarının
şart olduğu öğretilir. Kutsal özlü veya asil-soylu insan kavramı bu şekilde
ortaya çıkar.
Sahiplenme devlet düzeyinde
başlar, fabrika, çiftlik, konak, vs gibi yerlerle devam eder, çalışanlar
boğaz-tokluğuna çalışmaya mecbur edilir. Tüm emek ve ürünler çalışanlara ait
olmasına rağmen, Efendiler “senin geçimini ben sağlıyorum” diyerek onları baskı
altında tutarlar. Çünkü emek ve ürünlerin takas değeri, para denilen
tepedekilerin basıp-çoğalttığı bir değer-yargısına göredir (statik sistemin
köleleştirme etkisi).
• Doğadaki etkileyici-yönlendirici gücü tepeye koyarsanız
kul-köle olmaya mecbursunuz.
Halk, maaşı
kesilirse:
● borç
taksitlerini ödeyemeyeceği;
● ailesinin
masraflarını karşılayamayacağı gibi korkular içinde tepedekilere kulluk yapmaya
devam etmektedir.
Toplum hayatında
insanların hedefi “para” olmaktadır. Çünkü toplum hayatının enerji birimi
“para”dır. “Paranın” kontrolü tepedekilerin-zenginlerin elinde olunca, para
peşinde koşan insanlara her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün olmaktadır. Bu ise
insanlığın yaptığı en büyük yanlışlıktır.
Tüm geleneksel
sistemlerde her şey, tepedekilerce belirlendiğinden, adil bir hizmet-alış-veriş
sistemi sağlanamamaktadır. Halk ise bu gerçeğin farkında olmadığından,
kendisine zarar veren bu sisteme bağlılığa inatla sahip çıkmaktadır.
Eğitilmemiş kişi en azından
bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı
zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o
bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış insanlar,
cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı çıkarlar
ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm toplumsal
sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala kendilerini
köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir şeyle
açıklanamaz.
Öylesine körü-körüne inandırılmışız ki,
•
halk geleceğini, çocuklarının geleceği olan bu
dünyanın efendiler sınıfınca parsellenip-sahiplenilmesine,
•
doğadaki dengenin sağlanmasında gerekli olan
milyonlarca bitki, hayvan veya mikrop türünün yok olmasına,
•
hak-hukuk sisteminin, para ile
yer-değiştirmesine,
•
özgür yaşam ile kul yaşamı arasındaki farkı
unutup, Osmanlı padişahlığı dönemini geri getirmek isteyen yöneticilik
anlayışına oy verip, onların yönetimi altına giriyor.
Ve tüm bunlar bir kutsal kitaba inanıldığı için yapılıyor. İnsan
kendisine sormuyor: Statik sistemli hayat görüşüne dayanan Kutsal kitaplar, bir efendiye kulluk yapmak
için değil de, başka ne amaç için indirilmiş olabilir?
•
Toplum hayatında bir düzen oluşturmak
içinse, tam tersi durum oluyor, çünkü
tüm toplumsal hastalıklarımız, tepeye bağımlılıktan kaynaklanıyor, zira kutsal
kitaplar statik sistemli hayat ise dinamik sisteml.
•
Öteki bir
dünya hayatında cennet diye bir yerde ebedi hayat yaşamaksa, doğada ebedi olan
yani değişip-dönüşmeden sürekli aynı kalan hiçbir varlık yok, çünkü zaman
değişim-dönüşümlü dinamik sistemde var. Her şeyin donduğunu ve hiçbir
değişim-dönüşüm olmadığını düşünün:
•
Güneş
dönmüyor ve donmuş (dolayısıyla içinde nükleer tepkime olmadığından, radyasyon
yaymıyor ve dünyamız kap-karanlık);
•
Dünya
kendi ekseni ve de güneş etrafında dönmüyor (dolayısıyla yıl ve gün oluşmuyor);
•
Ay
dönmüyor (ay denilen zaman oluşmuyor);
•
Bedenlerdeki
hücreler donmuşlar (dolayısıyla buz gibi soğuk bir beden söz konusu);
•
Hücrelerdeki
atomlar donmuşlar, dolayısıyla çevrelerine hiç sinyal vermiyorlar, doğadaki tüm
enerji alış-verişi sona ermiş.
•
İşte
böyle bir durumda ne yıl, ne ay, ne gün, ne saniye oluşur. Daha da vahimi her
türlü canlılık, enerji alış-verişi son bulur. Yani doğa ölmüş olur. Dolayısıyla
doğanın canlılığı ve hayat, kuantsal sistemle, atom-altı-öğelerle başlar ve
onların 11. Bölümde açıklanan bilgi ile yeni üst-sistemler oluşturma çabaları
şeklinde devam eder. Yani YARATICILIK kuantsal sisteme özgüdür, sürekli bir
değişim-dönüşüm olması şart ve gereklidir. Ebedi hiçbir şey olmaz.
Peki kutsal kitaplar neden
gönderildi?
•
Öyle bir
gönderilme yok, çünkü efendiler masasında, insanları itaatkâr kullara
dönüştürmek için efendiler sınıfınca tasarlandı.
(19.
bölüm)
İnsanlarımız şunu nasıl unutmuştur:
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde
süslenip-püslenmiş, yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu
efsane, yukarıda özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı
tarafından, onların masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur. Bence
halk tamamen habersizdir ve bir sürü gibi, gelenek-görenek etkisi altında ön
yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak elden gidiyor” şeklinde bir yaygara
ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak
yaşarlar.
Peygamberlerin
“Tanrı’nın sözcüsü” olarak, kesin, dogmatik, değiştirilemeyen yasalar
getirdikleri inancı, Kutsal Kitapların doğada dinamik sistemli bir işleyiş
olduğu gerçeğiyle taban tabana zıtlık içindedir. Çünkü:
1-Doğada
değişip-dönüşmeyen hiçbir şey yoktur ve varlıklar değişen doğa koşullarına
uyarak kendilerini sürekli yenileyip, yeni görüşler oluşturmak zorundadırlar,
2-Varlıklar arası
ilişkiler karşılıklı etkileşimlerle belirlenir, asla bir kişinin görüşüne göre
kural, yasa oluşturulmaz. Peygamberler birer insandırlar, temel doğa yasaları
onlar için de geçerlidir.
3-Devleti
sahiplenenlerce, çocuklarımızın yaşayacağı ovalar, denizler, ormanlar, dağlar,
vs. kamusal alanların parsellenip satılması, veya kiralanması geleceğimizi
karartmaktadır. Ve tüm bunlar statik-sistemli, tepeye bağımlılık sistemiyle
yapılmaktadır; bunlara karşı çıkanlar ise, “din-elden gidiyor” yaygarası ile
düşman ilan edilmektedir. Elden giden “Din, namus, ahlak” değildir, çünkü onlar
“kafamızın içindeki programlamalardadır; ama bir şey elden gitmektedir:
Çocuklarımıza bırakacağımız doğa. Doğa talan edilmektedir.
4-Kutsal Kitaplar
tepedeki efendiler kitlesi tarafından düzenlendiklerinden,
“hak-hukuk-adalet-namus-ahlak” gibi kavramlar, sadece tepedekilerin isteklerine
uygunsa vardır; “Yoksa, şu bölgeyi senin soyuna tahsis ettim; Allah istediğini,
istediğine verir; Senin soyunla antlaşmamı yapıyorum, vs.” gibi görüşlerin,
evrensel “hak-hukuk-namus-ahlak” ile ilişkisi olabilir mi?
5-Bu tür bir
yaratıcı veya tanrı anlayışı, doğadaki dinamik sistemde geçerli olan
“karşılıklı etkileşim” ve tabana (yani alt-sistemlere) bağımlılık ilkesine
tamamen terstir. Bu nedenle bizlerin gelenek ve görenekleri kökten hatalıdır.
Bilinç-altı sistemimiz tamamen yanlış olarak programlanmaktadır. Bu nedenle
para-din-siyaset kıskacından kurtulmamız mümkün olmamaktadır.
(20. bölüm)
Çıkartılacak Ders
Osmanlı’dan bize ne kalmıştı?
Bir sürü borç kalmıştı, ve TC uzun yıllar bu borçları kapatmak
için çalışmıştır. Başka neler kaldığını merak ediyorsanız, kısa bir döküm:
1923'te Padişahlık
sona erdirilip, Cumhuriyet rejimine geçildiğinde 13 milyon insanın 11 milyonu köylerde yaşıyordu: 40 bin köyün,
38 bininde okul yoktu. Memlekette sadece 337 doktor ve 60 eczacı vardı. Diş
hekimi yoktu.
Ülkeyi yeniden inşa
etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler, demiryolları
yabancıya aitti. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan sadece dört fabrika
vardı, Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri… Elektrik sadece
İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Kadın, insan değildi.
Tiyatro, müzik, resim, heykel yoktu. Dirhem, okka, çeki, arşın, kulaç, fersah
vardı. Ne ağırlık, ne uzunluk birimiz dünyaya ayak uydurabiliyordu.
Erkeklerin sadece
yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar
erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört
çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece
23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı,
darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilimden çoook uzaktı. İbrahim
Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı sadece 417'ydi.
Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. 600 sene boyunca
Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler
karışımından oluşturulmuş Osmanlıca denilen
bir dil kullanılıyor, sesli-sessiz harfleri
olmayan Arapça'yla Türkçe yazılmaya çalışılırdı.
Önce halkın bilgili ve bilinçli bir
düzeye ulaştırılmasını sağlayacak olan KÖY
ENSTİTÜLERİ projesi baltalanmıştır. Sonra, henüz yeterli bilgi ve bilinç
düzeyine ulaşmamış topluma “demokrasiye geçin” baskısı yapılmıştır.
Eğitilmemiş bir topluma demokrasiye
geçin demek, bir çocuğun eline makineli tüfek vermek gibidir; çocuğun kendisi
karar veremez, çevresindekilerin yönlendirdiği şekilde davranır.
Nitekim de öyle olmuştur. Halk
“din-elden gidiyor” şeklinde kışkırtılmıştır. Kutsal kitap felsefesinin
doğadaki yaratıcılıkla hiç ilişkisi olmadığından, üstelik bu kitapların
efendiler sınıfınca halkı istedikleri şekilde yönetmek için düzenlenmiş
senaryolar olduğundan habersiz olan halk, çocuklarının geleceğinin nerede
olduğunu fark edemez ve efendiler sınıfının arzuladığı yönde oy verir.
Efendiler kulübünün oynadığı bu oyun
devam eder ve halk, cumhuriyet gibi kulluktan özgür insanlığa geçiş olan bir
sistemi terk edip, tepeye bağımlı otoriter kulluk dönemine girecek bir duruma
getirilir.
Biz TC vatandaşları,
daha-90 yıl öncelerine kadar bir padişahın kulu idik. Tüm ülke padişahın mülkü
idi, padişah da bu mülkünü paşalara, ağalara dağıtarak, onlar vasıtasıyla bu
topraklar üzerindeki insanlara hükmederdi. Kullar da, efendilerine ait bu
topraklarda çalışır-üretirlerdi. Üretimlerinin çoğunu efendiler alır, geriye
kalanıyla da, kullar (yani halk) geçinmek zorunda kalırdı. TC’yi yıkıp, Osmanlı
padişahlığına dönmek isteyen günümüz siyasetçilerinin ve yandaşlarının geri
getirmek istedikleri toplum hayatı işte bu 90 yıl önceki anlatılan hayat
sistemidir.
Acaba halk neden bu
kadar bilinçsiz davranmaktadır?
Çünkü halka yıllardır,
mevlütler, noeller, paskalya ayinleri, kandil geceleri vs. şeklinde süslenip-püslenmiş,
yüceltilmiş bir peygamberlik efsanesi benimsetilmiştir. Bu efsane, yukarıda
özetlendiği üzere, tepedeki yöneticiler (efendiler) sınıfı tarafından, onların
masalarında kurgulanmış senaryolardan oluşmuştur.
Tepedekilerde güç-enerji bulunmadığından, onlar doğadaki sistemi
yanlış tanıtarak, zihinsel bir zehirleme uygulamakta ve halkı zombi
yapmaktalar. Zombiler ise kolayca kandırılırlar. Bilinç-altı oluşumu
bebeklik-çocukluk evresinde gerçekleştiğinden, insanlara bu evreden başlanarak
dinsel bilgiler verilmekte ve bu bilgilerin ilahi kaynaklı olduğu, bunların
doğruluğundan asla şüphe edilmemesi, bunların sorgulanmaması; aksi takdirde
cehennem ateşinde yanacakları vs. belletilmektedir. Böyle bir inanç sistemi
kesinlikle tepedeki birilerinin, halkı bir sürü gibi güdebilmeleri için,
bilinçli ve kötü-niyetle kendi-çıkarlarını korumak için oluşturulduğu,
yukarıdaki bölümlerde gösterilmiştir.
Doğadaki yaratıcılık sistemi, kuantsaldır ve olasılık
hesaplarına göre, ve varlıkların karşılıklı etkileşimlerine dayanılarak
oluşturulmaktadır, varlıklara tepeden gelen hiçbir emir-yönlendirme yoktur.
Toplumumuzu yakından ilgilendiren korkuya dayalı inanç-sistemlerinin,
devlet-yöneticileri tarafından ne zaman oluşturulup, gelenek-göreneklere
aktarıldığı
http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/atalarimizin-ebediyet-ve-oteki-dunya.html
adresli makalede, din-adamlarının insanları nasıl yanılttıkları ise: http://tanriyianlamak.blogspot.com.tr/2014/03/dom-bilgi.html
adresinde anlatılmaktadır.
Yani Dinsel inançlar, tepedeki efendiler zümresinin amacına göre
düzenlenmişler ve gelenek-göreneklere işlenerek, bilinç-altımıza
yerleştirilmişlerdir.
Eğitilmemiş kişi en azından
bilgisiz-cahil olduğunu bilir ve esnek davranır. Olan bitenlerin yararına mı
zararına mı olduğuna göre karar verir. Ama yanlış bilgiyle donatılmış ve o
bilgilerin doğruluğundan da şüphelenmemesi gerekliliği ile şartlandırılmış
insanlar, cahillikten öte, zır-cahilleşirler. Çünkü mantıklı çözümlere de karşı
çıkarlar ve zararlarına olan bir durumda ısrar ederler. Zira, insanlığın tüm
toplumsal sorularını çözen DOM-sistemi mutlu bir yaşam sistemi sunarken, hala
kendilerini köleleştiren bir sistemde ısrar etmek, zır-cahillikten başka bir
şeyle açıklanamaz
Halk zır-cahilleştirilmiştir ve bir sürü gibi,
gelenek-görenek etkisi altında ön yargılı davranmaktadır. Halk, “namus-ahlak
elden gidiyor” şeklinde bir yaygara ile kışkırtılarak, eski kulluk dönemine geri
götürülmek üzeredir.
Namus, ahlak toplum
hayatının düzenli ve herkesin yararına olacak şekilde yürütülmesi için gerekli
davranış türüdür. Halbuki insanlarımıza belletilen namus-ahlak kavramının
temelinde erkek-dişi ilişkilerine (seks) yönelik bir anlayış ön planda yer
alır. Bu tür bir anlayış, Nuh tufanı kavramının oluşmasına yönelik günahkar
olma hikayesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tamamen statik sistemli hayat
anlayışının bir yan ürünüdür. Dolayısıyla tamamen yanlış anlamda
kullanılmaktadır, çünkü erkek-dişi ilişkileri doğadaki bilgiye dayalı evrimsel
gelişim için en gerekli bir bilgi-aktarımı sistemidir.
Davranışlar
zihniyetle, zihniyetler ise gelenek-göreneklerle belirlenir. Bir fil küçükken
ayağından zincirle bir yere bağlanmaya alıştırıldıysa, bu davranış filin
bilinç-altına kopyalanır ve bu şartlandırmaya uyarak yaşamaya devam eder.
İnsanlar da ilk-6-7 yaşına kadar çevrelerindeki insanların davranışlarını aynen
kopyalarlar ve büyüdüklerinde de, fildeki gibi bu şartlanmışlıklara uyarak yaşarlar.
Bu konuyla ilgili olarak şu makalenin
okunması çok yararlı olur:
Bir efendinin (padişahın) kulu olarak değil, bir cumhuriyetin kendine güvenen özgür bireyler olarak yaşama hakkı kazanmalarını sağlama girişimi olan KÖY-ENSTİTÜLERİ projesinin baltalanması eylemini başlatan EFENDİLER-Kulübü (BATI-DÜNYASI) bu eylemlerini gittikçe daha çeşitli alanlara kaydırarak, amaçlarına tam ulaşmak üzeredirler. Ve bu eylemler hep halkın hala bir efendi, bir lider peşinde koşmasıyla sürdürülmektedir. Zavallı zır-cahilleştirilmiş halkım, dostlarım, yeğenlerim, arkadaşlarım, … Sizleri uyandırmak için acaba daha ne yapsam?
(21. bölüm)
Çıkartılacak Ders (2)
İyi- kötü, namus-ahlak, kavramları ve ilişkileri
Acaba toplumlarda kötü niyetli insanlar mı daha çoktur, yoksa iyi niyetli insanlar mı?
Bu soru Yale Üniversitesinde araştırılmıştır.
İyi veya kötü insan oranı nasıldır?
Yale Üniversitesinde bir grup araştırmacı, insanlarda ahlak, iyilik, kötülük, uzlaşma gibi konuların, doğuştan mı yoksa sonradan verilen eğitimle mi olduğunu araştırmak için bebeklerin davranışlarını incelemeye karar verirler ve bir “Bebek laboratuarı” kurarak, 3 aylık ve daha yaşlı bebeklerle deneyler yapıp, bu konuda bir rapor hazırlarlar: Hamlin, J.K, Wynn, K. Bloom, P. 2007: Social evaluation by preverbal infants. Nature 450, 557-559. https://www.facebook.com/hipnozinfo/videos/1711506018861042/
Bu araştırmada yapılan deneylerin sonucu aşağıdaki gibidir:
Bir kukla oyunu oynanır; üç kukla vardır, biri bir kutuyu açmaya çalışır
• İlk versiyonda, yeşil önlüklü kukla, kutuyu açmaya çalışan kuklaya yardım eder, kutu açılır.
• İkinci versiyonda, sarı önlüklü kukla kutunun açılmasına engel olur.
Oyun sonunda kuklalar bebeğin önüne konularak birini seçmesi beklenir. Bebeklerin %80 yeşil kuklayı beğenir; hatta 3 aylık bebeklerin %87si yeşil kuklayı beğenir.
• Diğer bir deneyde, bebeğe iki farklı krakerden birini seçmesi istenir ve sonra aynı krakerleri kuklaların seçmesi gösterilir. Deney sonunda, bebeğe hangi kuklayı beğendiği sorulduğunda, bebekler %87 oranında, kendileriyle aynı tercihi yapan kuklayı seçerler. Yani ön-yargılı davranma, taraf-tutmak, kendisi gibi olandan yana olmak, başka düşünenleri cezalandırmak doğuştandır.
Eğitimle çocukların davranışlarında değişimler oluşmaya başlar
• 6-7 yaşlarındaki çocuklarda paylaşma veya eşit-hak konusu deneyleri yapılır, çocukların çoğunluğu, kendilerinin daha çok kazanacağı, ama karşıdakinin hiç kazanamayacağı şıkları tercih ederler.
• 8 yaşlarındaki çocuklar bu deneylerde “eşitlikçi” davranış sergilerler.
• 9-10 yaşlarındaki çocuklarda ise, fedakarlık duygusu gelişir: çocuk kendisi değil, karşısındakinin daha çok alması yönünde tercih yapar,
Çıkartılacak sonuç şu olur:
• İyilik, yardımlaşma, uzlaşma insanların genlerinde mevcuttur, sonradan verilen eğitimle bu oran sadece artırılabilinir veya eksiltilebilinir.
• Kötülük de temelde genetiktir. Bebeklerin %13ünün kötülük temsilcisi kuklayı seçmesi bu nedenledir.
• Önyargılı davranmak, eğitimle düzeltilebilinir. Irkçılık vs. eğitimle aşılabilir.
Bu konuyla ilgili bir başka araştırma ise Robert Hare adlı Kanadalı bir profesörün 1960lı yıllarda başlatılan kötü-ruhlu insanlar üzerine yaptığı bir araştırmadır. R.Hare, hapishanelerde bulunan psikopatik davranışlı insanların ortak özelliklerinin bulunup-bulunmadığı konusunu araştırmaya başlar ve ilginç ortak özellikler bulunduğunu fark ederek, “Psychopathy Checklist” = psikopatlık-testi adını koyduğu bir tanı-listesi hazırlar. Bu listede bulunan özellikleri olan insanların, doğuştan, yani genetik olarak “kötülüğe” meyilli oldukları, suç işleyen insanlar üzerinde testler yapılarak genel hatlarıyla doğrulanır.
Ancak istisna durumlar da görülür. Örneğin, James Fallon adlı bir akademisyen, bizzat psikiyatri uzmanıdır ve bu listedeki özelliklerin kendisinde de olduğunu belirtir. Ama kendisi topluma zararlı değil, yararlı bir kişi olarak yer almıştır. Bunun nedenleri araştırıldığında, James Fallon’un çok iyi bir aile ortamında yetiştiği gözlenerek, ortamsal faktörlerin, genetik hataların örtülmesinde etkili olduğu sonucuna varılır.
Bu araştırmalar, kötülük genli çocukların, James Fallon örneğinde ıspatlandığı üzere, çok iyi aile ve çevre ortamlarında yetiştiklerinde, normal insanlar olarak davrandıklarını ortaya koymuştur.
Çıkarılacak ders:
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak sizlerin elindedir. Çünkü:
Çok iyi bir toplumsal sisteminiz varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından, genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan olarak davranabilmektedirler
Bir toplumda İyi veya kötü niyetli insan sayısı değiştirilebilir mi?
Bilmemiz gereken gerçek budur: Evet,
değiştirilebilirler.
Çevrenizdeki insanların iyi- veya kötü niyetli olmalarını sağlamak
sizlerin elindedir. Çünkü:
• 1-Çok iyi bir toplumsal sisteminiz
varsa ve her şey dengeli ve düzenli ise, kötü aile ortamı olamayacağından,
genetik olarak kötü-niyetli olacak şekilde doğan insanlar bile, iyi birer insan
olarak davranabilmektedirler.
• 2-Yale üniversitesinde yapılan çalışmada orta
çıkarılan “kötü niyetli” insan sayısı oranı, o zaman ve oradaki toplumsal
bileşimi yansıtır. Dünyanın her yerinde aynı oranda olması beklenemez.
• 3-Epigenetik adlı bilim dalı, insanların
(canlıların) genetik yapılarının çevresiyle etkileşimlerine göre değiştirilebileceğini
göstermektedir. Nitekim, evrim dediğimiz olay da ancak bu sayede mümkün
olmaktadır. Balina, yunus, deniz-aslanı vs. gibi denizlerde yaşamaya geçmiş
eski karasal ortam hayvanları, Epigenetik olmasaydı, asla tekrar deniz hayatına
dönemezlerdi. Bu nedenle, insanların iyi-niyetli insan sayısını artırması,
kötü-niyetli insan sayısını azaltması mümkündür. Ve bu tamamen toplum hayatında
uygulanacak düzenlemelere bağlıdır. İyi bir toplumsal sistemde, kötü genler
değiştirilip, iyi genlere dönüştürülebilirler. Epigenetik bunun mümkün olduğunu
göstermektedir.
•
Memeli
hayvanlarda 2 ön 2 arka bacak, bir kafa ve bir gövde gibi temel bir şablon
bulunur. Bir memeli hayvan karadan deniz hayatına dönerse, bu temel şablon
korunur, ama ön ve arka bacaklar farklı görevler üstlenecek şekilde değişime
uğrarlar. Bu işlemlerin gerçekleştirilmesi epigenetik denilen bilim dalının
keşfiyle anlaşılır olmuştur. Genetik milyarlarca yıl önceleri temelleri atılan
hücresel temel etkileşim bilgileri olup, enerjisini nereden, nasıl
sağlayacağı gibi temel davranış özelliklerini belirleyen bir şablon görevi
görürler. Ama bir canlının çevresindeki
faktörlerin değişmesiyle bu faktörlere uyum sağlaması epigenetik olarak
bilinir. Epigenetik faktörler, genleri aktif veya pasifleştirerek, canlının
çevreye uyumuna yarayacak şekilde farklı protein üretmelerini sağlarlar.
•
Yine
şekilde görüleceği gibi, yediklerimiz, içtiklerimiz, çevremizdeki diğer
varlıklardan etkilenme tarzımız, stres durumumuz gibi bir çok faktör epigenetik
kararlar alınmasında etkili olmaktadır. Bir annenin bu günkü yaşam durumu, hem
onun, hem çocuklarının, hem de torunlarının durumlarını etkileyici temel izler
bırakmaktadır.
•
Şekilde
gösterildiği üzere, bizler hücrelerimize neyi hedef gösteriyorsak, hücrelerimiz
o işlevi yerine getirecek şekilde DNA- RNA kodlarında düzenlemeler yapabilmekte
ve o işlevi yerine getirecek şekilde bedenlerimizi
şekillendirebilmektedirler.
(22. bölüm)
Çıkartılacak Ders (3)
Toplum-ruhu kavramı
Toplum genelinde ortak bir görüşe sahip olmak neden çok önemli?
Neden ortak görüş OLMAZSA-OLMAZ?
Neden her varlık bir diğer varlığa bağımlıdır, hem onu etkiler hem ondan etkilenir?
Önce bir araştırma örneği vererek, karşılıklı etkileşimin ne olduğunu ve hayatımızdaki önemini göstermek istiyorum.
Bir beden, belirli bir doğal ortam koşulunda yaşayabilmek için bir araya gelmiş hücrelerden oluşur. Ortak bir amaç ve hedef temel şart olduğundan, “aynı amaçlı”, yani ayni genetik bileşimli hücrelerin birleşmeleriyle oluşurlar. Dolayısıyla, bedeni oluşturan hücrelerin “bizden biri” veya “bize yabancı” şeklinde bir ayrım yapma özellikleri vardır. Bu özellik “immünolji = bağışıklık” olarak bilinir. Yani “bizden” olanlara dokunulmaz, “yabancılara” ise “bir yabancı beden” anlamına gelen “antikor” etiketi yapıştırılır. Bu “antikor = yabancı” etiketi, kandaki bir alyuvar hücresi grubu olan “basofil” denilen “yabancıları tutuklayıcı” hücrelerce algılanıp, yok edilmeye gönderilirler.
Nature dergisinin 1988 yılı Haziran sayısında, Benveniste adlı bir immünoloji uzmanı ve 12 arkadaşı tarafından, çok tartışmalara yol açacak bir makale yayınlanır.
Benveniste ve ekibi, Immunoglobulin E (IgE) adlı bir antikorla deneyler yaparlar. Bu antikorun hangi konsantrasyonlarda bedende etkili olduğunu araştırırlar. Serumu gittikçe sulandırırlar ve antikor oranını nerdeyse “sıfır” olacak şekilde azaltırlar. Ama serumun hala etkili olduğunu ve bazofil hücrelerince “yabancı” olarak etiketlendiğini saptarlar.
Araştırma çok tepki doğurur ve çok farklı gruplarca, farklı yerlerde tekrarlanır. Benveniste ekibinden kişilerin mevcut olduğu deneylerde pozitif sonuçlar alınırken, Benveniste ekibi öğelerinin uzaklaştırıldığı deney ortamlarında sonuç negatif olur.
Yani insanların düşünceleri (yaydıkları elektro-manyetik alan) serumdaki su moleküllerini pozitif veya negatif olacak şekilde etkilemekte, moleküller de, olumlu veya olumsuz davranışlar gösterebilmektedir.
Bundan yola çıkılarak da, “water memory = su hafızası” diye bir kavram oluşturulur ve hala da farklı bilim insanlarınca araştırma konusu olur. Emoto (2002) ve diğer birçok araştırmacının deneyleri, varlıklar arası bu etkileşimlerin önemini ortaya koymaktadır.
Ama ortada “su-hafızası” diye bir şey değil, su moleküllerinin çevre faktörlerinden etkilenmeleri ve davranışlarını ona göre ayarlamaları söz konusudur.
Bilim insanlarının günahı başlıklı makalede belirtildiği üzere, bilim insanları atom-molekül gibi küçük öğelerin canlı-bilgili-bilinçli olduklarını ve çevrelerini algılayarak, ona uygun bir davranışta bulunduklarını kabul edemediklerinden, yukarıdaki gibi kavgalar ve anlaşmazlıklar hep süregelmektedir. Bunun olumsuz sonuçlarını da tüm insanlık çekmektedir.
Bu örnekten gidilerek, hayat konusunda neden ortak bir görüşte uzlaşılmanın, insanların davranışlarının tayininde şart ve gerekli olduğu anlaşılabildi mi? Bedenlerimizdeki atomların-moleküllerin davranışları, çevrede etkili ve geçerli kuvvet-alanına göre belirleniyor. Hücrelerin davranışları bu moleküllerin davranışlarına göre ayarlandığına göre, ortak bir hayat görüşünde uzlaşmanın önemini anlayabildik mi?
Neden farklı din, ırk, felsefe, vs. değil, ortak bir uzlaşma ortamı şart ve gerekli, anlaşılabildi mi?
Bir toplumun kalkınmışlık düzeyi, becerikli insan sayısı ile orantılıdır. Çünkü toplum hayatı karşılıklı hizmet alış-verişlerine dayalıdır, ve hizmeti üretenler insanlardır. Halk ne kadar becerikli ise, üretilen hizmet o kadar kaliteli olur. Karşılıklı takas edilecek olan da hizmet olduğundan, toplumun refah seviyesi bu şekilde yükselmiş olur. Becerikli insan yetiştirmek, hücreleri iyi yönlendirmekle olur. Hücreleri yönlendirmek ise, dayak atma, cehennem azabı gibi konularla korkutmakla değil, teşvikle olur.
Bedenlerin becerikliliği, o bedendeki hücrelerin belli konulara yönlendirilmeleri ve o konuda görevlendirilecek hücre sayısının artırılması ile belirlenir. Halterci, okçu, futbolcu, vs. hep bir konuya ağırlık verilerek beyindeki hücreler arası koordinasyonla olur. Çünkü bedendeki her kas hücresi beyindeki bir sinir hücresi tarafından yönlendirilir. Beyindeki bir hücrenin nasıl davranması gerekliliği, o varlığın çevresini algılaması ve onlara uygun olacak davranışlara yönlenmesi şeklinde olmaktadır.
Doğadaki düzen ve denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleri ile oluşturula bilinmektedir. Toplumsal hayattaki düzen ve denge de tüm insanların çevreleri ve kendi aralarındaki karşılıklı etkileşimleri ile mümkün olacaktır. Etkileşimler ise karşılıklı anlaşma-ve uzlaşmalar (mutabakatlar) şeklinde olmaktadır. Hepimiz aynı dünya gemisindeyiz ve doğadaki denge ancak ve ancak tüm varlıkların karşılıklı etkileşimleriyle mümkün oluyor. Dolayısıyla global (küresel) toplum hayatı da ancak tüm toplumların karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşmalarına dayandırılmak zorundadır.
Dinlerin amacı, toplum hayatına düzen getirmektir.
Peki Bu nasıl olacak?
Toplum insanların, ortaklıklar yaparak birlikte yaşadığı sistemdir.
İnsanlar neden birlikte yaşamak isterler?
Çünkü, tek başlarına yaşadıklarında her şeyi kendileri yapmak zorundadırlar: tavuk yetiştirecek, buğday ekip-biçecek, buğdaydan un yapacak, sebze – meyve yetiştirecek; çanak çömlek, kap-kacak, kazan, tabak, kaşık, bıçak yapacak; bıçak yapmak için madencilik yapacak, bakır, demir gibi madenler üretecek, vs.
Tüm bu işlevler asla bir-iki kişi ile yapılacak işler değildir. Bu nedenle insanlar zaman geçtikçe, nüfus artıkça, taş-devri, cilalı-taş-devri = çamur-aletler-devri (çanak-çömlek), tunç-devri, demir-devri gibi gelişim evrelerinden geçerek günümüz kültür düzeyine ulaşabilmiştir.
İnsanlık yaklaşık 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkmış ve yaklaşık 12-13 bin yıl öncesine kadar bağımsız aileler şeklinde yaşamış; ama 12-13 bin yıldan beri, önce kabile, sonra köy, kasaba, kent, devletler şeklinde gittikçe büyüyen üst-sistemler içinde yaşamaya çalışmaktadır. Peki neden gittikçe büyüyen üst-sistemler oluşturulur?
Nedeni basit: Rahatlama dürtüsü.
Tek başına yaşayıp, yukarıdaki işleri yapmaya çalışan bir insanı- aileyi düşünün, yaban hayatından ileri gidemez; üstelik çevresindeki diğer insanlardan kendisini ve ürettiklerini koruması gerekir, çünkü normal doğa hayatında tüm canlılar arasında rekabet-kavga vardır. Dolayısıyla bireysel düzeyde yaşayan insanların kafalarını kaşıyacak, rahat uyku uyuyacak zamanları yoktur. Bu nedenle önce kabile, sonra kasaba-kent gibi ortak yaşam ortamlarında birlikte yaşamaya çalışılmıştır.
Çalışılmıştır ama, ortaklığın kurallarının oluşturulmasında şimdiye dek pek başarılı olunamamıştır. Bu başarısızlığın tek nedeni ise, doğadaki oluşum-gelişimleri tetikleyen, yönlendiren faktörün ne olduğu konusundaki bilgisizlik gelmektedir.
İç-güdü diye bir terim vardır, ama dış-güdü diye bir terim üretilmemiştir, çünkü her varlık kimyasal bileşimine uygun olarak, çevresindeki olaylardan etkilenir ve otomatik tepki verir. Bu tepki, bir enerji-alış-verişi sonucu oluşan bir olaydır. Dışarıdaki bir olayın yaydığı bir enerji, beden içindeki hücrelerde (moleküllerde, vs) normal durumdan farklı bir değerde algılanırsa, o hücre (molekül, vs) hemen tepki verir.
11 ve 12. Bölümlerde belirtildiği üzere, doğa atom-altı-öğeleri denilen ve doğadaki tüm enerji sistemlerini oluşturan, kuantsal canlılardan oluşur. Kuantsal canlılar çok kısa ömürlü ve çok devingen varlıklardır. Bu nedenle tek bir amaç doğrultusunda davranırlar: daha-rahat ve daha uzun-ömürlü üst-sistemler içinde birleşerek daha rahat bir duruma, yapıya kavuşmak. Bunun için gerekli her şey onların ellerindedir: Enerji ve madde oluşturucu öğeler onların alemine aittir. İstedikleri maddeyi, istedikleri şekilde enerji aktarımı yaparak gerçekleştirebilirler. Yani yaratıcılık ve yönlendiricilik tamamen ve kelimenin her anlamıyla, onlara aittir.
Enerji dediğimiz kuvvet oluşturucu gücün bir sistemden diğerine aktarılması, rezonans oluşumlarıyla gerçekleşir. Tesla’nın dahiyane buluşları bu rezonans devrelerini fark etmesi ve yapması sayesindedir.
Doğadaki kuantsal canlılık öğelerinin başlattıkları bu gelişme, hep birleşmeler şeklinde olmaktadır.
Atom-altı-öğeler birleşerek atomları;
Atomlar birleşerek molekülleri;
Molekülleri birleşerek hücreleri;
Hücreler birleşerek bedenleri;
Bedenler birleşerek de toplumları oluştururlar.
Doğadaki bu büyüyerek gelişmenin nasıl gerçekleştiği “Information & self-organisation” olarak özetlenen dinamik sistemler fiziği Haken (2000) ile aydınlatılmıştır: http://tanriyianlamak.blogspot.com/2012/02/dom-4-dinamik-sistemler-fizigi.html
En önemli özellikler arasında şunlar vardır: .
1-Doğadaki her şey alt-sistem – üst-sistem şeklinde gerçekleşir.
2-Üst-sistemde geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların karşılıklı etkileşimleriyle (rezonans oluşumlarıyla), ortaklaşa alınır.
3-Güç (enerji) her zaman alt-sistemlerdedir.
Felsefi açıdan konuyu ele alan Feibleman: (1954) “Theory of Integrative Levels” adlı eserinde , “alt-sistem – üst-sistem” ilişkilerinin ana-hatlarında şunu vurgular:
1-Her sistemde, üst düzey alt düzeye bağımlıdır;
2-karar erki alt düzeydedir; üst düzey hedef göstermekle yükümlüdür.
Görüldüğü üzere, insanların sağlam bir toplumsal sistem oluşturması için, kurallarını bizzat kendileri, karşılıklı etkileşimlerle (tartışmalar sonucu bir uzlaşmaya = rezonansa) varabilmeleri şart ve gereklidir.
Ama geçmiş bölümlerde görüldüğü üzere, bu koşul yerine getirilmemekte, kurallar tepedeki bir efendiler masasında oluşturulmaktadır.
Yukarıdaki teorik verilerden anlaşılacağı gibi, tepedeki hiçbir sistemde, güç veya enerji yoktur. Dolayısıyla tepedekilerde toplum denilen bir sistemi yürütecek besleyecek hiçbir enerji, besleyici özellik bulunmamaktadır.
Peki öyleyse günümüz dünyasında devletler, toplumlar neden hala tepedeki bir efendiler kulübünce yönetiliyor? Neden bir çok devlet hala otoriter sistemlerle idare ediliyor?
Geçmiş bölümlerde açıklandığı üzere, dünyada iyi niyetli insanlar da vardır, kötü niyetli insanlar da. Kötü niyetliler başkalarının sırtında geçinmeye yatkın olduklarından, çoğu siyasetçi bu kötü niyetliler arasından çıkmaktadır. Oransal olarak sayıları %15 kadar da olsa, toplumsal sistemin başına geçtiklerinde, halkı uyuşuk-pasif durumda tutmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Doğal felaketlerin, kendi uydurdukları bir efendi-tanrının emirlerine uyulmadığı için tanrının cezası formülü bu yöntemlerin başında gelmektedir. Sonra, tanrının gönderdiğine inanılan kutsal kitap-emirlerine uyulmazsa öteki dünyada cehennem ateşinde yanma korkusu, vs. yeterli baskı unsuru olmaktadır.
Üstelik, insanlar asırlardır kutsal-kitap adlı bir kandırmaca ile doğa ve dünyanın sahipliğinin tepedeki bu efendiler kesimine ait olduğuna inandırılmışlardır. Onların kulları-köleleri olarak çalıştırılmaya alıştırılmışlar ve kazandıklarını onlara teslim ederek, tepedekileri mal-mülk, para-pul zengini yapmışlardır. Tepedekiler de bu güçlerini kullanarak, toplumları köleleri olarak kullanmaya devam etmektedirler.
İçine düşmüş olduğumuz bu bataklıktan kurtulmak için, naçizane bir önerim var: Kötü niyetli insanların sizi yönetecek pozisyonlara gelmesini önlemek için şöyle bir maddenin anayasa metnine konması yeterli olacaktır:
Kötü niyetli insanların saptanması, yukarıda açıklanan psikopati testi ile mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, millet-vekilliği, belediye başkanlığı vs gibi toplum hayatını derinden etkileyecek makamlara aday olacak kişilerin psikopati testinden geçmeleri şart ve gereklidir. !!!
Yukarıda özetlenen Benveniste etkisi, “water-memory” konulu birçok deney yapılmasına neden olmuştur. Bu deneyler çevremizdeki moleküllerin bizlerin onlara bakış açılarına göre farklı tepkiler verdiklerini göstermektedir. İnsanlık günümüzde doğal sistemi etkileyen en önemli faktör durumundadır. Bu nedenle her toplum deniz ve gölleri, atmosferi, taşı-toprağı ve onların içlerindeki molekülleri etkileyerek, bu sistemlerin davranışlarını ve gelişimlerini doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle toplum olarak ortak bir görüş, ortak bir TOPLUM RUHU, ortak bir İNSANLIK RUHU oluşturmak ve doğal sisteme zarar vermeyecek şekilde bir yaşam sürdürmek zorundayız. Bu çocuklarımıza bırakacağımız en güzel miras olacaktır.
Neden arılar gibi bir toplum oluşturamadığımız konusunu
işleyen 22 bölümlük bir yazı dizininden sonra, şu soruyla devam edelim:
Toplumsal düzenimizi oluşturmak için “başka” devletleri
mi örnek alacağız?
Bu “başka” devletler dünyadaki diğer devletleri sömürerek
kalkınmış durumda değiller mi?
Biz de başkalarını sömürerek mi kalkınmış bir ülke olmayı
hedefliyoruz?
Neden sağlam bir toplum oluşturamıyoruz?
Neden hala sağcı-solcu, dindar-ateist,
Marksist-kapitalist, milliyetçi, İslamcı, vs. gibi bir çok gruba bölünmüş olarak
davranıyoruz?
Amacımız tek, yani bir toplumsal birlik oluşturmak değil
mi?
Toplumsal birlik, bireysel yaşamın bir üst-sistemi değil
mi?
Doğada bir üst-sistem oluşturulmasının teorik ve bilimsel temelleri ortaya konmuş
değil mi?
DOM-sistemi toplumsal sorunlarımızın nedenini kesin
delillerle ortaya koymuş değil mi?
DOM’da önerilen çözüm formülünde bir veri veya mantık
hatası bulunuyor mu?
Toplum bir ortak yaşam sistemi olduğuna göre, ortaklıkta
nasıl uzlaşılma sağlanacak?
İnsanların
uzlaşmamasının temel nedeni şu değil mi?: Organizasyonu tepeye bağımlı olacak şekilde
örgütlenmiş tüm toplumlarda insanlar toplumsal sistemin kurallarının tepedeki
bir zümre tarafından belirlenmesine alışmışlardır. Bu nedenle bu tür toplumlarda
insanlar arasında anlaşıp-uzlaşmaya götürücü tartışma adabı gelişmemiştir.
Tersine, insanlar, ya kendi oluşturdukları veyahut da kendilerine empoze edilen
bir görüşü savunma amacıyla tartışmalara girerler. Amaç baştan böyle olunca da,
tartışmalar genellikle anlaşmayla değil, kavgayla-savaşla sonuçlanır, çünkü ana
hedef ortak bir uzlaşma sağlanması değil, kendi görüşünüzü, karşı tarafa empoze
etme yarışıdır. Bizlerin karşı-karşıya olduğumuz en temel sorun bu noktada
düğümlenir.
Bu kısır-döngüden kurtulmak için şunların yapılması gerekmez mi?:
1- Ayrıntılarla değil, konunun ana hattı üzerinde tartışmaya
başlayacaksın. Ayrıntılara sonradan girilip, gerekli düzeltmeler yapılabilinir.
Karşılıklı olarak anlaşıp-uzlaşma, karşımızdakinin fikirlerini en ayrıntısına
kadar incelemek ve sunulan görüşün kabul edilebilir kısımlarını ortaya koyup,
kabul edilemeyenleri belirtip, üzerinde değişiklik yapılması gereken konuları
ayırmakla başlamalıdır.
2- Bir fikri tümüyle reddetmek, o
konuda kişisel olarak daha iyi bir öneri sahibi olunmasını gerektirir. Kişisel
olarak bir çözüm formülü olmayan birinin, bir öneriye tümüyle karşı çıkması,
tamamen mantık dışı bir davranıştır.
3- Bir önerinin herhangi bir yönünü tenkit etmeye kalkmadan önce, öneri
sahibine “sizin yazdıklarınızdan şunu mu anlamam gerekir?” gibi, önerinin
konuya dair ana fikrini doğru anlayıp-anlamadığınızı kontrol etmeniz gerekir.
Bu daha sonraki birçok yanlış anlamayı ve kısır tartışmaları minimuma
indirgemek için gereklidir. Tartışılan
konulardaki temel kavramların tanımında karşılıklı olarak anlaşacaksın: Bir
insan bir şey anlatırken "muz" tarif etmek istiyorken, karşısındaki
"salatalık" anlıyorsa, kullanılan bazı terimlerin anlamlarında
karşılıklı bir uyuşmazlık olması söz konusudur. Onun için, hangi terimin
tanımında uzlaşma sağlanması gerektiğini saptayıp, o terimin
tanımında anlaşmalısınız.
1- Bir görüşe
karşı çıkıldığında, sunulan fikrin beğenilmeyen yönünü belirttikten sonra
mutlaka bir düzeltme önerisi sunulması gerekir, çünkü “ben şu noktaya karşıyım”
demek ve bir alternatif öneri sunmamak, o konu hakkında yeterli bilgi ve
birikime sahip olmamak anlamına gelir.
Burada yapılan
öneri doğrultusunda, arkadaşlarımızın toplumsal bir ortaklık oluşturma
konusundaki görüş ve önerilerini bekleyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder